4 Aralık 2007 Salı

türkçe günlükler

Feyza Hepçilingirler Türkçe Günlükleri
5 Aralık Pazartesi
Türkçe dışındaki bir konuda pek az konuşuyorum. Bugünkü, 5 Aralık tarihinin önemini vurgulayan bir paneldi: Kadınlarımıza seçme ve seçilme hakkı tanınmasının 71. yıldönümü nedeniyle Bakırköy Belediyesi'nin düzenlediği paneli Türkel Minibaş yönetti; Mehmet Faraç ve ben de konuşmacıydık. Mehmet Faraç, memleketi olan Urfa'daki kadının durumunu, tanıklıklarla anlattı. Çok ilgi çekici bir konuşmaydı. Urfa'da ve Güneydoğu Anadolu'nun birçok yerinde hâlâ Ortaçağ karanlığının sürmekte olduğunu biliyoruz; ama bunu pek sık anımsamak istemiyoruz. Hatta unutmak işimize geliyor. İşte Mehmet Faraç herkesin unutmaya çalıştığı bu gerçeği, en acımasız örnekleriyle anımsattı. "Töre Kıskacında Kadın" kitabını aldım. En kısa sürede okuyacağım.
6 Aralık Salı
Milli Eğitim Vakfı Özel Basınköy Okullarında Geleneksel Kültür ve Sanat Etkinlikleri Haftasıymış bu hafta. Benimki de Türkçe konulu bir konuşmaydı. Alışık olduğum gibi. Hafta sonunda okula vermem gereken "faaliyet raporu"nu hazırladım. Bir öğretim yılında tam 62 yerde konuşma yapmışım. Yüzde doksanı Türkçe konusunda. Bir yıl 52 haftaydı değil mi? Üstelik yaz aylarında pek bir yere gitmiyorum.
Yine 6 Aralık Salı
Bugünkü gazetelerde vardı, ben Radikal'den olduğu gibi aktarıyorum: "ABD'nin müfredatını Batı idealleri üzerine kurması için para yardımı yaptığı Pakistan'da, 'Başkan George W. Bush' akrostişi yapılan 'Lider' adlı şiirin bir yıldır ders kitaplarında yer aldığının anlaşılması eğitimcileri utandırdı. Şiir iyi bir liderin özelliklerini şöyle anlatıyor: 'Doğru olduğunu düşündüğünden şaşmaz / Neden savaştığından şüphelenilse bile / Savaşa hazırdır ama barış için dua eder / Kötülüğün bitmesi için gücünü kullanır.'" Neden savaştığından şüphelenilmiyor. Biliyoruz neden savaştığını. Lider diye Bush'un kendisini göstermek istediği biçim neyse tam olarak o çizilmiş. Kötülüğün bitmesi için gücünü kullanırmış! Irak'ta olduğu gibi, değil mi? Barış için de dua edermiş. Dua etmesin, askerlerini çeksin Irak'tan, yeter. Demek ABD, Pakistan'a para yardımı yapıyormuş. Batı idealleri üzerine müfredatını kurması için mi yapıyormuş bu yardımı? Yok canım! ABD ideallerine hizmet edecek gençleri yetiştirmek için yapıyor ne yapıyorsa. Akrostişlerle gençlerin bilinçaltına bile sızmaya çalışıyor. Pakistan'da bunları yapıyorsa Türkiye'de neler yapıyordur acaba?
7 Aralık Çarşamba
Radyodan adına şarkı istendi diye öldürülür mü bir genç kız? Üstelik o istememiş şarkıyı. Bir arkadaşı isteyip ona armağan etmiş. Hacer'in ölüm fermanı, Urfa'daki bir yerel radyodan duyulan şu anonsla imzalanmış: "İsmail'den Suna'ya, Halil'den Perihan'a... Sevgi'den Murat'a, Hacer'e, tüm sevenlere, sevip de kavuşamayanlara... İbrahim Tatlıses söylüyor: Bir kulunu çok sevdim..." Hacer'cik başına gelecekleri sezince çırpınmış ölümden kurtulabilmek için, giysilerini kuyuya atıp intihar etmiş gibi görünmeye mi kalkışmamış, arkadaşının evine sığınmaya mı çalışmamış; ama ne olmuş? Kurtulmak için sığındığı polis, götürüp ailesine teslim etmiş Hacer'i. Ailesi de küçük kardeşinin eline verdiği silahla öldürtmüş. Mehmet Faraç panelde de anlatmıştı Hacer kızın öyküsünü. Kitabında da var. ("Töre Kıskacında Kadın", Günizi Yayıncılık, 2004) İç burkucu, yürek karartıcı...
8 Aralık Perşembe
"Cinnet getirmek" midir, "cinnet geçirmek" mi? Tayfun Polat sormuştu. Sözlüklerin çoğunda "cinnet getirmek" doğru sayılıyor ve "cinnet geçirmek"e yer verilmiyor. Türk Dil Kurumu'nun yeni sözlüğünde, aralarında küçük bir anlam farkı gözetilerek her ikisine de yer verilmiş. Cinnet geçirmek: Delirmek, aklını kaçırmak. Cinnet getirmek: Bir an için delilik belirtisi göstermek.
10 Aralık Cumartesi
Dün Ankara'daydım. Dil Derneği'nin Ankara Üniversitesi'nde düzenlediği "Türkiye Türkçesinin 75 Yıllık Öyküsü" panelinde konuşmak için gittim; dün gece Sevgi'de (Sevgi Özel, Dil Derneği başkanı) kaldım, az önce de döndüm. Panel de iyiydi, öncesi de, sonrası da. Emin Özdemir yönetti paneli; İbrahim Dizman, Osman Toklu, Kemal Ateş, Sevgi Özel ve ben konuştuk. Konuşmacılar gibi, dinleyiciler de çeşit çeşit. Bir dinleyici iş edinmiş, paneli dinlemek yerine sayım yapmış; hepimizin kullandığı yabancı sözcükleri listeler halinde saptamış. Panelden sonra elimize tutuşturdu kendi listemizi. "Kültür" demişim ben, "lider, organ, bomba, senaryo, televizyon, reklam" demişim. Hepsi not edilmiş, üstelik kaç kez kullandığım da işaretlenmiş. Kimi sözcükleri yanlış yazmış ama. Sözgelimi "eksersiz" demişim gibi görünüyor; oysa böyle bir sözcük yok. O sözcük "egzersiz". İşin ilginci, alay etmek için kullandığım sözcükler de girmiş ayıplanma listeme. Kimi "plaza"lardaki konuşmalarla dalga geçmek için onların taklidini yapmışsam, işgüzar amcam hemen notunu almış: "Plaza dedi." Veled İzbudak'ın sözüymüş. Emin Özdemir'den, daha önce de birkaç kez duymuştum: "Türk'ün iti kente inicek Farisice ürür." Şimdikiler Amerikanca havlıyor. feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - Yıldız 80750 / İstanbul
15.01.2006

Feyza Hepçilingirler Türkçe Günlükleri
13 Aralık Salı
Milas Sıtkı Koçman Meslek Yüksek Okulu... Bu kadar mı içten olunur, bu kadar mı yürekten karşılanır ve uğurlanır konuk? Milas'taydım. Pazar günü gittim, dün döndüm. Nasıl el üstünde tuttular beni, nasıl ağırladılar, anlatılır gibi değil. Havaalanında çiçeklerle karşılandım, Güllük'te deniz kıyısında salaş bir balık lokantasında akşam yemeği, denizin dibindeki Özer Hotel'de konaklama... Vereceğim konferansı Uğurlu Özbilim Dershanesi'nin katkılarıyla okulun Turizm ve Otel İşletmeciliği Programı düzenlemiş. "Turizmin Türkçe Üzerindeki Olumsuz Etkileri" başlığını uygun görmüşler. Dilimize İngilizce sözcüklerin girmesini turizme bağlayanlar çok; ama bence tümüyle doğru değil bu yargı. Yaşamımızın her alanına doluşan yüzlerce İngilizce sözcüğü açıklamaya turizm yetmez. İngilizce yalnız bu yolla giriyor olsaydı bizden daha turistik ülkelerin dillerinden eser kalmazdı. Pazartesi, konferans saatine kadar Milas'ı gezdik. Milas adını, rüzgârlar tanrısı Ailos'un soyundan Mylasos'tan almış; tarihi MÖ 1. bine kadar uzanmaktaymış. Ne Baltalı Kapı kaldı ne Uzunyuva... Arkeoloji Müzesi'ni gezdik, Gümüşkesen Anıt Mezarı'nı gördük, Beçin Kalesi'ne çıktık. Milas'ın bu kadar zengin bir tarihi olduğunun bu kadar zengin bir kültürel mirasa sahip olduğunun pek farkında değilmişim doğrusu.
Yine 13 Aralık Salı
Çocuklar dün beni yolcu ederlerken, uçakta okumam için bir tomar da gazete tutuşturdular elime. Günaydın'da Haluk Bilginer'le, yeni oyunu hakkında yapılmış, neredeyse tam sayfa bir röportaj var. Daha önce ve başka gazetelerde okuduğum röportajlarını çek beğenmiş, kimi saptamalarına tümüyle katıldığımı düşünmüştüm. O hevesle okumaya başladım; ama bir yere geldim, okuma isteğim de hevesim de söndü gitti. Sahibi olduğu Oyun Atölyesi adlı tiyatronun aralık ayı biletlerinin tümünün satıldığını, ocak ayının ilk haftasının da şimdiden dolu olduğunu söylüyor Bilginer. "Türkiye'de tiyatro izlenmiyor." diyenleri yanıtlamak üzere de şöyle diyor: "Türkiye'de tiyatro izleniyor. Ama sahnede yapılan her şey de tiyatro değil. Seyirciden şikâyet etmek yerine doğru dürüst tiyatro yapmaya çalışmakta fayda var. İyisini, kalitelisini yaptığınız zaman, bir şekilde yaptığınız iş kulak yapıyor ve insanlar geliyor." Umarım bir yanlışlık vardır. Umarım yılların oyuncusu, usta tiyatrocu Haluk Bilginer, tiyatroyu savunurken Türkçeyi öldürmüyor; "kulak yapmak" diye bir laf etmiyordur.
15 Aralık Perşembe
Bana mektup göndermesinden gurur ve onur duyduğum mikrobiyoloji profesörü ve Cumhuriyet Üniversitesi emekli rektörü 82 yaşındaki Muvaffak Akman, Türkçenin kötü kullanılmasından o kadar yakınıyor ki gözüne, kulağına takılan yanlışları, "Saçmalardan Seçmeler" adı altında toplamış ve "Belki birkaç tanesi ilgi çekebilir." diyerek bana da göndermiş. İlgi çekmez mi hiç? Sayın Akman'ın saptadığı öyle saçmalıklar var ki nasıl yapıldığını aklı başında kimse anlayamaz. Bir spor (daha doğrusu futbol) kulübünün, "mülkünü henüz alamadığı sempatik futbolcu"dan söz edilmesine ne buyrulur örneğin? Futbolcunun "mülkünü" almak ne demek? Transfer edememişler besbelli. "Organizeli hücum" mu istersiniz, "kaybedilen" ya da "bozulan konsantre" mi? Hele çeviri yanlışları... "Dondurma"nın İngilizcesi "ice cream"i "buzlu krema" diye çeviren de varmış, "fıstık ezmesi"nin İngilizcesi "peanutbutter"ı "fıstıklı tereyağı" diye, "barut" anlamındaki "gun powder"ı "silah tozu" diye çeviren de. "What is wrong vith you?"nun, "Senin neyin var?" diye çevrilmesi gerekirken, "Yanlışlık nedir seninle?" diye çevrilmesine İngilizce bilen biri sinir olmaz mı? "Arabalı vapur" değil, "araba vapuru" denmesi gerektiğini söyledikten sonra, "Bu vapurlara 'arabalı' diyenler yolcu vapurlarına 'yolculu vapur', şileplere 'yüklü vapur', tankerlere 'petrollü vapur' mu diyorlar acaba?" diye soruyor sayın Akman. "Koyunlar kırpıldı." denmiş televizyonda. "Koyunlar 'kırkılır', kumaş ve kâğıt gibi şeyler 'kırpılabilir'." diyor. Kızlarımızın TV'de piyango, loto vb. çekilişlerinde hep "buton"a basmaları da sinir olunmayacak gibi değil gerçekten. "'Düğme'ye ne olmuş? 'Button' da 'düğme' demek değil midir? Peki, bu yabancı sözcük hastalığı neden?" diye sormakta haksız mı hocamız? "İddaa" da kızılmayacak gibi değil. Milli Piyango idaresi yaptı bu kötülüğü Türkçeye. Şimdi öğretebilirseniz öğretin o sözcüğün doğrusunun "iddia" olduğunu küçüğünden büyüğüne kadar her yaştaki öğrenciye. Son zamanlarda yanlış kullanımı çok yaygınlaşan "adına" sözcüğüne de yer vermiş Muvaffak Akman. "Türkçeyi güzel kullanabilmek adına." gibi, "Peki ne yapacaksınız bunu durdurabilmek adına?" gibi kullanımlar beni de çok rahatsız ediyor doğrusu. "İçin" sözcüğü yerine kullanılıyor bu "adına"lar. Peki, "için"e ne oldu; "için" niye birdenbire gözden düştü acaba?
17 Aralık Cumartesi
Kitap gibi dergiler... "Kül Öykü", "Kül Şiir"... "Sonsuzluk ve Bir Gün": Kül Sanat tarafından yayımlanan iki aylık şiir dergisi. Kül Sanat, tanınmış Azeri yazarı Anar'ın öykülerinden de bir seçki de yayımlamış. Anar'la tanışmıştım; ama öyküsüyle şimdi tanışacağım, bu kitap sayesinde. Bir de Evrensel'den "Kürt Öykü Antolojisi" geldi. Derken, Dünya Kitapları'ndan da "Alman Edebiyatı" ve "İspanyol Edebiyatı" öykü antolojileri gelmez mi? Bu bir öykü şenliği... Alman edebiyatından bildiğimiz kimi adlar varsa da İspanyol edebiyatını pek tanımıyoruz ya da ben tanımıyorum, diyeyim; doğrusu bu. Bu yüzden önceliği o kitaba verdim. Başladım okumaya. Tarih sırasına göre gidiyor kitap. Çağdaş yazarlar kitabın sonlarında. Romanın babası sayılan Cervantes'in ülkesinde öyküyle romanın karıştırılmış olması pek hoşuma gitti. Bizde de karıştırılmıştır ya! Nabizade Nazım, "Karabibik"i, "Şimdiye kadar hakikiyyun (gerçekçilik) mesleğinde yazılmış bir roman mütalaa etmemişseniz işte size bir tane ben takdim ediyorum." diye sunar. Oysa "Karabibik", realist değil, natüralist sayılır; üstelik roman değil, edebiyatımızın ilk köy öyküsü kabul edilir. Şemsettin Sami ise ilk romanımız sayılan "Taaşşuk - u Talat ve Fitnat"ı, "ibret alınacak bir hikâye" diye takdim eder. Demek İspanyollar da karıştırmışlar. feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - Yıldız 80750 / İstanbul
12012006
Feyza Hepçilingirler Türkçe Günlükleri
19 Aralık Pazartesi
En çok izlediğim kanallardan biri TV 8. Uzun bir süredir ana haber bültenini kaçırmamaya çalışıyorum. Öteki özel kanalların ilk üç ciddi; ama yine de yorumunu olsun bize bırakmayan haberinden sonra, ya çığlık çığlığa bağıran, haykıran insanlar gelmeye başlıyor ekrana ya da magazin dedikoduları. Hele bugün, Erkan Oyal'ın CIA kısaltmasını, "si ey ay" diye değil, "cia" diye okuduğunu duyunca müjde almış gibi oldum. Bir de "eyç ay vi" değil, "hiv" diye okuyunca şu virüsün adını (HIV). Demek ki oluyormuş. Onurlu bir duruş, o kadar da zor değilmiş.
21 Aralık Çarşamba
Küreselleşiyoruz diye mi oluyor bunlar? Kendi bayramlarımızı tatil fırsatı sayanlar, Noel'i bayram ilan ettiler. HeSeBeCe Bank, otobüs duraklarını renkli reklamlarla donatmış: "Hediyelerini Noel Baba'dan bekleme. Şimdi al, şubatta öde." Bir de bunun "baca"lısı var: "Hediyelerini bacadan bekleme. Şimdi al, şubatta öde." Bir kere insan parayı (ya da kredi kartını) bastırıp kendisi alırsa hediye mi derim ben ona? Kim bekliyormuş Noel Baba'dan hediye? Bu ülkede "bacadan" hediye bekleyenler de mi var? Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya mı çalışıyorlar; yoksa bir bildikleri mi var? Bütün büyük alışveriş merkezlerinde çam ağaçlarından, Noel süslerinden geçilmiyor. Daha iyisini de bir saat firması vermiş. Kadıköy'de bir reklam panosundaki saat reklamı, tümden İngilizce: "Have a white Chiristmas". Resmi dilimizin İngilizceye dönmesine az mı kaldı?
22 Aralık Perşembe
Aynı banka, aynı espri çerçevesinde televizyon reklamları da hazırlatmış. Sevimsiz mi sevimsiz bir adam, bacadan ve Noel Baba'dan hediye bekleyenleri bir güzel azarlıyor. Çocuk azarlar gibi diyeceğim; ama çocukları bu kadar aşağılamak da yakışık almaz! Azarlamaktan öte, dövmekten beter ediyor. Böyle kaba bir mizah anlayışları oluyor bunların. Ayaküstü beslenme tarzının en ünlülerinden biri, yeni sunduğu hizmete, Türkçe bir ad koymuş sözde: "Gel - Al - Kap Servis". Biri anımsatmalı. Biz pek sevmeyiz böyle emirlerle yönetilmeyi. Madem sömüreceksiniz az daha nazik olun bari. Böyle kafamıza vura vura yapmayın.
25 Aralık Pazar
Televizyondaki uyduruk haberlerde şöyle laflar edilmesine sinir oluyorum: "Peki, kime ne hediye alacağımızı biliyor muyuz toplum olarak?" Yılbaşı geliyor ya, bir eksiğimizi daha saptamışlar. Soruyorlar: "Hediye kültürü nasıl sağlanır?" Demek "hediye kültürü"müz de yokmuş! Vah vah! Ne yapacağız şimdi? İstesek, yalvarsak nasiplendirirler mi bizi bu kültürden? TV'lerimizin görevi bizi hiçbir şey; ama hiçbir şey bilmediğimize inandırarak bir aşağılık kompleksini yaygınlaştırmak mı? "Zaten bize ait bir değer yok." diye düşündürürlerse kendimiz olmaktan daha kolay vazgeçeceğimiz mi hesaplanıyor? Hesap bu mudur? 26 Aralık Pazartesi"Teknolojinin Türkçesi" diye reklam yapıyor Vestel. Sonra da "ti ef ti, el si di" diye okuyor kısaltmaları. Böyle mi oluyormuş teknolojinin Türkçesi?
27 Aralık Salı
Alışık olmadığımız, kulağımızı tırmalayan her şeye sinir olmamalıyız. "Artı" sözcüğünü daha önce yazmış mıydım? Günlük dilde kullanılması pek çok kişinin kulağını tırmalıyor. Niye? Ne sakıncası var? Matematik terimidir. Güzel! Terimlerin ait oldukları alanlarda kalmalarını zorunlu kılan bir dil yasası yok ki! "Açı" da geometri terimi değil midir? "Bakış açısı" derken, "senin açından" derken genel kullanıma girmesi "standart dil"i zenginleştirmemiş midir? "Artı" sözcüğüyle ilgili olarak kimilerinin, "aaaaartı" demesini eleştirebiliriz söyleyişi bozuyor diye; bunun dışında eleştirilecek bir yanı yok. Bugün kullandığımız sözcüklerin birçoğu "terim" olarak üretildi; bugün üretilecek terimlerin birçoğu da yarın genel kullanıma girecek. Bugünkü durumuyla dondurmaya çalışmak, Türkçeyi yoksul bulanları haklı çıkarmaktan başka bir işe yaramaz. Konunun başka örnekleri de var. Bir konuşmada, "inanılmaz" sözcüğünü kullandığım için eleştirilmiştim. "Bu da çeviri yoluyla girmedi mi?" dedi eleştiren. "İki kez niye kullandınız öyleyse?" Bende kusur bulmaya çalışanların varlığına alışkınım. Türkçe konusunda durmaksızın ahkâm kesmem sinirlerine dokunuyor olmalı. Doğaldır. Tartışalım şunu: "Çeviri yoluyla giren her şeye karşı mıyız?" Niye olalım? Belki de bir gereksinmemizi karşılıyordur çeviri yoluyla gelenler. Durum buysa geldiklerine şükretmemiz gerek. "Kendine iyi bak!" sözünü düşünebiliriz bu kapsamda. Yeni yeni kullanılmaya başlandığında, ben dahil, birçok kişi tepki göstermişti. Oysa eskilerin, "Kendine mukayyet ol."unun yerine geçti; pek güzel oldu. "Kendine mukayyet ol."un, "Kendine karşı kayıtsız kalma, kendinle ilgilen" anlamına geldiği, ancak kullanımdan çıkarılabilirdi. Yoksa "mukayyet" sözcüğünün, "Arapça 'kayd' / 'takyid' mastarlarından 'bağlı, bağlanmış' anlamında bir sıfat" olduğu söylense de sözün anlamını açıklamak kolay sayılmazdı. Her zaman durum böyle değil. Sözgelimi İngilizcede, giden de kalan da birbirine "bye" diyor diye, bizim gidene de kalana da "hoşçakal" dememiz için aynı şeyler söylenemez, "Gülerek git. İyi ol. Hep gülümse" anlamlarındaki "güle güle"yi öldürür, kullanımdan kaldırır böyle demek. Gençlerin "korkunç güzel" demesi oysa, bunun gibi değil. Birçok kişinin kanına dokunuyor, biliyorum. "Korkunç" ile "güzel" yan yana gelir miymiş? Ne demeleri uygun düşer peki gençlerin? "Müthiş güzel" deseler uyar mı? "Müthiş"in temel anlamı nedir peki? "Müthiş: Ürküten, korkutan, dehşet veren, dehşetli, korkunç." Ya! feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - Yıldız 80750 / İstanbul
19.01.2006

Feyza HepçilingirlerTürkçe Günlükleri
2 Ocak Pazartesi
Değişmesini istediğimiz her şeyi değiştireceği umuduyla gelir yeni yıl, hiçbir şeyi değiştiremeden eskir. Çünkü yıllar değiştirmez, biz değiştiririz. Kendimizi ve her şeyi. Yeterince istiyorsak eğer. Yılbaşı, kesin bir başlangıç tarihi olarak işe yarayabilir ancak. Benim böyle bir zaferim var. 2003'e girerken sigarayı bırakmıştım; demek ki dün üç yıl doldu.
6 Ocak Cuma
Teneffüse çıkmak gibi oluyor kimi kitaplar. Wolfgang Hars'ın Omega Yayınları tarafından basılan, "Neden Sarışınlar Saf, Erkekler Çapkın Olur"u böyle bir kitap, eğlenceli. "Sorup da yanıtını alamadığınız her şey..." diye sunulmuş. Sorulardan değil, kimi zaman doğrulanan, kimi zaman da yalanlanan yanıtlardan oluşuyor madde başları. Sözgelimi, "İlk önce erkek, ardından kadın geldi" diye bilinen önyargıya yazar "yanlış" diyor, sonra neden yanlış olduğunu açıklıyor, hem de bilimsel olarak: "Erkekler XY kombinasyonuna, kadınlarsa XX'e sahipler. Tam olarak bu sebepten dolayı erkek, kadından önce var olmuş olamaz. Çünkü Y kromozomu, X kromozomunun sadece kötü bir kopyasıdır." İlginç sorulardan kimileri şunlar: "Niçin kadınlar kendilerini daima şişman bulurlar?", "Kadınlar niçin park etmesini beceremezler?", "Erkekler neden adres sormaktan çekinir?" Aynı yayınevinin bir başka kitabı "Şeytanın Sözlüğü" de "Toplumsal değerlere aykırı düşenlerin kitabı" diye sunulmuş. Gerçekten bir sözlük; ama kavramları "aforizma" tadında ve şeytanca açıklayan bir sözlük. Örneğin "arkadaşlık" için şunu demiş yazar; yani Ambrose Bierce: "Düzgün havalarda iki kişiyi, fırtınalı havalarda ise ancak bir kişiyi taşıyacak kadar büyük olan bir gemi." Birçok maddede tanımlar şiirlerle destekleniyor. "Moda"nın tanımı şöyle: "Akıllıların hem alay ettikleri hem de boyun eğdikleri bir despot." Bu da "oy"un tanımı: "Özgür bir insanın kendisini bir aptala, ülkesini de bir harabeye çevirme gücünün aracı ve sembolü."
10 Ocak Salı
"Hediye kültürü nasıl sağlanır?" diye sormaktan utanmayan bir medyamız var. Onların ünlendirdiği biçimde söyleyeyim: "Evet, yanlış duymadınız: Hediye kültürü." O da yokmuş bizde. TV'lerimiz yardımcı olmasa yokluğunun farkında bile olmayacağız. Tam olarak şöyle soruyorlardı: "Peki, kime ne hediye alacağımızı biliyor muyuz toplum olarak?" Bir toplumsal eksikliğimizi daha yakalamışlar, kime ne hediye alacağımızı da bilmiyormuşuz meğer. Bu gece de kurbanlıklarının peşinden koşanlarla, kurban keseceğim diye kendini yaralayanlarla doya doya dalga geçtiler. Medya eliyle sürekli aşağılanmaktan bıktım usandım; ama onlar ne kendi insanlarını aşağılamaktan bıktılar ne de onlarla dalga geçmekten.
12 Ocak Perşembe
Bu gece kızım geliyor. Uçarak gideceğim havaalanına. Uçarak dedim de... Nereden çıktı bu kuş gribi şimdi? "Kuş" sözcüğünün "kuş gribi" içinde ölümle özdeş bir anlam kazanması ne acı! Mutluluktu, sevinçti, en çok da özgürlüktü "kuş" düne kadar. Benim de uzak kalamadığım çağrışımlar taşırdı. Adını kuş ve çağrışımlarından alan üç tane kitabım var. Şimdi kuş, ölüm demek. 335 bin kuş itlaf edilmiş. "İtlaf" sözcüğünü de hortlattı kuş gribi.
14 Ocak Cumartesi
Temiz Enerji Vakfı'nın "Haberler" adlı bülteni geleli epey oldu. Zarfın içinde vakfın başkanı Prof. Dr. Demir İnan'ın mektubunu ise, zarfı boş sanıp atacakken yeni fark ettim. Vakıf olarak Türkçe konusundaki duyarlılıklarını ve haber bültenlerinde "dil köşesi"ne yer verdiklerini bildiren çok güzel bir mektup yazmış sayın İnan. Bir de "mortgage" sözcüğüne yer vermemi ve öneride bulunmamı istemiş. Yeni sözcük önerme konusunda ne yeteneğim ne de cesaretim var. Türk Dil Kurumu'nun önerdiği "tutulu" pek tutacak gibi görünmüyor. Neyse ki başka hiçbir sözcük için gösterilmeyen bir çaba gözlüyorum bu konuda. Sonunda güzel bir karşılık bulunacaktır. Bültendeki dil köşeleri de (Kimi yazım yanlışlarını, sözgelimi "ya da" bağlacını "yada" diye yazmayı saymazsak) güzel ve yararlı. Bir sayıda, enerji alanı içinde kullanılan "aktif - pasif" sözcüklerinin karşılığı olarak, "etken - edilgen" dendiğine dikkat çekilmiş; doğrusunun "etkin - edilgin" olması gerektiği vurgulanmış. Yalnız enerji alanında değil, dilbilgisinde de kullanılan terimler bunlar. Özellikle etken ve etkin çok karıştırılır. Oysa, bu ikisi arasındaki anlam farkı büyük ve önemli.Etken: Etki eden, müessir, faktör. Etkin: Hareketli, işleyen, çalışan, etkili, faal, aktif. Öteki ikili, edilgen ile edilgin arasındaki anlam farkı ise henüz çok belirginleşmiş sayılmaz.Edilgen: Yapılan işten etkilenen, pasif. Edilgin: Hareketi ve etkisi olmayan, pasif. "Workshop" yerine "çalıştay" sözcüğünün yaygınlaşarak kullanılması beni de çok sevindiriyor. "Bilim adamı" yerine "bilim insanı" denmeye başlandığına dikkat çekilmiş bir başka sayıda da. Bunun yerine, "tarihçi, fizikçi, sanayici..." dendiği gibi, "bilimci" denebileceği belirtilmiş. Doğrudur, cinsiyet ayrımcılığını tümden ortadan kaldıracak bir öneri bu. Tam bu kapsamda olmasa da çoktandır değinmeyi düşündüğüm bir konu için bana fırsat da vermiş oluyor üstelik. "Haberci de ne demek? Muhabirdir onun doğrusu" diyenlere katılmıyorum. Arapçadan "haber"i aldık diye, bu mastardan türemiş sözcükleri kullanmak zorunda değiliz. "Haberci" denmesini de çok olumlu buluyorum. Türkçe ile bilim yapılıp yapılamayacağı konusunda altı çizilecek satırlar var bültenlerden birinde: "Zaman zaman kimi yabancı diller moda olabilir ve o dilin kullanımı yaygınlaşabilir; ancak bu demek değildir ki tüm dünya toplumları o yabancı dili konuşacak ve o dille anlaşacak. Böylesi bir durum bugüne değin olmamıştır ve sanırız bundan sonra da pek olma olasılığı yoktur. Öyleyse kendi dilimizi her alanda geliştirmekten başka umarımız bulunmamaktadır." feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - Yıldız 80750 / İstanbul
26.01.2006

Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
16 Ocak Pazartesi
"Türk televizyonlarını seyredecek olsanız, sanki binlerce kişinin öldüğü tam bir panik ve kaos var. Ama durum şu an o kadar kötü değil." Bunu ben söylemiyorum; Rus NTV'sinin Türkiye muhabiri söylüyor. Haberini böyle geçmiş Rusya'ya. Uzun bayram tatilindeki trafik kazalarında 109 kişi öldü, 179 kişi de yaralandı. Kuş gribinden ölen ise benim bildiğim dört kişi. İnsan yaşamlarının duygu yoksunu bir biçimde sayılarla ifade edilmesinden nefret ederim; ama sayılar birçok şeyi de söylemiyor mu? Üstelik, tehlikeli olup olmadığına bakılmaksızın öldürülen kanatlı sayısının bu gidişle milyonu bulacak, belki de geçecek olması üzerinde durmadık bile. Bizi kuş gribi değil, sunduğunun daha çok ilgi uyandırması için, her türlü abartıda hiçbir sakınca görmeyen medya öldürecek.
19 Ocak Perşembe
Mübadele insanları beni çok ilgilendiriyor, onlardanım çünkü. Bir yanım Giritli, bir yanım Midillili. Babaannem Türkçe bilmezdi. Öğrendiği en iyi Türkçe, İstanbullu bir Rumun Türkçesi yanında çok zavallı kalırdı. Berkant Çolak'ın "Mübadele" kitabı da bu yüzden çok ilgilendirdi beni. Alt başlıkta da söylendiği gibi, "Şiirlerle Mübadil Fotoğrafları"ndan oluşuyor kitap. Büyük boy (28'e 28 santim), kuşe kâğıda ofset baskılı, kapaklı, harika bir kitap. Tudem Kültür tarafından basılmış. Türkiye'de ve Yunanistan'da çekilmiş fotoğraflar için özel olarak yazılmış şiirler, mübadele şiirleri, şiirle fotoğrafın uyumlu birlikteliği... Fotoğrafın sanat olduğunu tartışmaya yer bırakmayacak kesinlikte kanıtlayan siyah beyaz fotoğraflara, şiir denince adı akla ilk gelen en önemli şairlerimizin şiirleri eşlik ediyor. Ahmet Oktay'dan Arif Damar'a, Güven Turan'dan Hulki Aktunç'a, Turgay Nar'dan Salih Bolat'a, Refik Durbaş'tan Orhan Alkaya'ya, kimler yok ki! Tam 49 şair. Bir de gözlerinizin içine bakan, doğdukları toprakları özlemekten bir an bile vazgeçmemiş, oralardan niye koparılıp sürüldüklerini hâlâ anlamamış ve hiç anlamayacak olan mübadele insanları... Orada ya da burada... Ne fark eder? "Karşı"da kalanlar onlar.
20 Ocak Cuma
Nursen Karas'ın "Küskün Kuşlar Göçe Kadar" adlı kitabı da şiir ve fotoğraf birlikteliğiyle kotarılmış. 1961 tarihini taşıyan "Akşam radyo yine / O parçayı çaldı / Ağlamadım bu kez / Kalktım kapattım" şiiriyle başlıyor kitap ve 1957 -1963 arasında yazılmış Nursen Karas şiirleriyle, Seyit Ali Ak'ın 2004'te çektiği renkli sanat fotoğraflarından oluşan bir şiir albümü olarak sürüyor. Nursen Karas'ın adını epeyce geç duydum ben; 20 yıl kadar önce. Çünkü 1950'li yıllardan beri yazıyor Karas; şiir, öykü, gezi yazısı, tiyatro, tiyatro eleştirisi... Pek çok alanda yazıyor; ama en çok öykücü sayılır; asıl alanı öykü çünkü. "İçinden Rüzgâr Geçen Sarı" adlı öykü kitabının adı, "içinden X geçen Y" kalıbı olarak daha sonra ne çok kullanıldı. "İçinden reform geçen ülke" biçimindeki gazete haberlerinin dışında en bilineni herhalde Ferhan Şensoy'un, "İçinden Tramvay Geçen Şarkı" adlı oyunu. Naif öyküler yazıyor Karas. Çok yalın öyküler; ama asla basit değil: "Yağmurdan ıslanan ağaçlar karartılarını büyüterek yola eğilmişlerdi. Kimileri korkabilirdi bu görünümden; ne ki korku bazıları için lüks ya da şımarıklık olabiliyordu." Günümüzde öyküde de moda olan kötücüllükten eser yok onun öykülerinde. Tam tersine, iyimser, sevgiyi çoğaltmaya ve dağıtmaya çalışan iyicil öyküler: "İnsanlar iyi yaşamalıdır. Birbirlerine iyi, güzel şeyler vermelidirler. Bu da en çok sözcüklerle olur. İnsanlar sözcüklerle giyinip karşısındakileri sözcüklerle kuşatırlar; bazen gönendirip bazen ısırganotu gömlekmişçesine acı vererek ya da boğarak. Sözcükler bizim çiçeklerimiz de olabilir, silahlarımız da." Deneme tadında olanlar da var öykülerinin içinde. Ev kadınlarını konuşturduğu "Kuyruğuna Kuşlar Konan Kara Kediler" adlı öyküde bitmez tükenmez ev işlerini anlatırken şöyle diyor öykü kişilerinden biri: Evet, Yunan mitolojisindeki Sisyphos'un kayaları tepeye çıkardıktan sonra geri yuvarlanışını izleyip, dönüp yeniden tepeye taşımaya cezalı oluşu gibi. Aslında yaptığımız ev işleri de Sisyphos'un anlamsız çabasına benziyor. Çamaşırlar, bulaşıklar yıkanıyor, yerine kalkıyor, ertesi gün yine hepsi kirlide. Yemekler pişiyor, buzdolabı doluyor, ertesi gün bomboş." Aynı öyküde altını çizdiğim başka yerler de var: "Balinalar da çiftleşiyorlar; erkek balina dişi balinayı döllüyor. Ama lütfedip kendisini dölledi diye dişi balina erkek balinanın ömür boyu çoraplarını yıkamıyor." Bir de şu: "Erkek kadının cüzdanı olmaktan kurtuldu da kadın erkeğin hizmetçiliğinden kurtulamadı." Güzel söyleyişleri var: "Kemiğine kadar örselenmiş bir yürek" diyor sözgelimi. Çocuklar için söylediği de şu: "Küçük canlılar, bozulmamış insanlar ve sevinç üreticileri." Dedim ya, hem iyi bir öykücü Nursen Karas hem de iyicil bir öykücü.
24 Ocak Salı
Kar hapsi! Doğuda kar aylarca kalkmasa kimsenin umurunda değil; ama İstanbul'a kar yağınca ulusal felaket ilan ediliyor. Birikmiş gazeteleri okumak ve kaldırmak için iyi bir fırsat oldu. Ayrıca evi yeni düzenine kavuşturmamız da gerekecek. Kitaplarımla, dergilerim, gazetelerimle, notlarım, dosyalarım, atılması gereken yığınlar halindeki kâğıtla bütün eve yayılmış durumdayım. Kendimi azıcık kıyıya çekip kızıma da yer açmam gerek. Artık iki kişi yaşayacağız bu evde. "TSK köpeklerinin adı Türkçe olacak" diye bir haber bulunca hemen kestim gazeteden. Pakistan'da, TSK - DAK Arama Kurtarma timinin Labrador cinsi köpeği Ledi, depremden 52 saat sonra 42 yaşındaki bir kadını enkazdan canlı olarak çıkarmış; ancak bazı basın organlarında bu köpeğin İngiliz ekibine ait olduğu yolunda haberler yer almış. Bunun üzerine Gemlik Askeri Veteriner Okulu ve Eğitim Merkez Komutanlığı'nda doğan tüm köpeklere Türkçe adlar verilmesi kararlaştırılmış. Diyeceğim şu: Köpeklerle sınırlı kalmasa bu iş. Türkiye'nin başarı hanesine yazılacak pek çok olumlu çalışma da aynı nedenle başkalarına mal edilebilir. Edilemez mi? Örneğin "Casper" marka bilgisayarlar "Türkiye'nin prestiji" diye sunulduğuna göre, Türkiye'de üretiliyor. Peki, nereden belli? Adından belli değil. Hiç belli değil. Türkiye'de üretilen bilgisayara Türkçe bir ad koymak çok mu yakışıksız kaçar? feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı -Yıldız 80750 / İstanbul
02022006
Feyza HEPÇİLİNGİRLER Türkçe Günlükleri
26 Ocak Perşembe
Dün okulda bitirme sınavlarını yapmam, bugün de kâğıtlarla boğuşuyor olmam gerekiyordu. Aynı zamanda bugün Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile yerel basın seminerleri için Elazığ'da olmam da gerekiyordu. Ayrıca bugün, doğduğum gün olduğundan yıllardan beri ilk kez kızımla birlikte kutlamak için İstanbul'da olmam da gerekiyordu. Bu üç gerekirliğin üçünün birden gerçekleşmesi olanaksızdı; ama hiçbirinin yapılamaması da gerekmezdi. Bir kar yağdı, bütün planlar bozuldu. Kar yüzünden oğlum gelemeyeceği için doğum günü kutlamasından vazgeçildi. Uçaklar kalkmadığı için Elazığ'a gidilemedi. Okul kapandığı için sınav gelecek haftaya kaldı. Üstelik Fethiye'ye söz verdiğim tarihle çakışacağı için Elazığ'a gidemeyeceğim. Sınavın ertesinde Fethiye'ye gideceğim için sınav ile ilgili işlemlerde çok sıkışacağım. Yarın akşam (kar izin verirse) hep birlikte bir yemek yiyeceğiz; ama doğum günü geçtikten sonra kutlamanın âlemi yok. Üstelik yarım yüzyılı devirdikten sonra kutlamaya kalkmanın hiç âlemi yok. Unutturmaya çalışmak hepsinden iyi.
27 Ocak Cuma
Ben ya rastlamadım ya da dikkat etmedim. Meriç Kırmızı bildirdi: Mehmet Barlas, Emre Kongar'la "Yorum Farkı" programında ısrarla "laikçi" diyormuş. "Laikçi" diye bir söyleyiş olur mu, diye soruyor Kırmızı. Olur da "bakkalcı" gibi bir şey olur, dedim ben de yanıt olarak. "Laisizmle ilgili olan, laik olan" değil, olsa olsa "laiklerle ilgili olan, laiklerle uğraşmayı iş edinen" anlamına gelir "laikçi". Belki de bunu demek istiyordur Mehmet Barlas. Laiklerle alay etmek için ya da laikliğe "şeriatçılık" gibi bir inanç izlenimi kazandırmak için. Kim bilir?
28 Ocak Cumartesi
Cumartesi gecesini televizyonun karşısında geçirecekseniz sizi eğlendirmek için, hiçbir yavanlıktan kaçınmayanlarla, her sözleriyle belden aşağı çağrışımlar yapmayı komiklik sayanlarla, şişmanlık, yaşlılık, sakatlık ya da çirkinlikle hiçbir ayıp, yasak, günah tanımaksızın utanmazca dalga geçenlerle karşılaşmamanız olanaksız. Bunları izlemek zorunda değilsiniz elbette; ama kanal değiştirirken büyük aptesini yapar gibi oturmuş ve bunu düşünmemizi sağlayacak sözler eden bir eğlence programı sunucusuna rastlamışsanız, en azından daha ne kadar adileşebileceğini merak etmez misiniz? Bir halının üstünde şişman ve yaşlı insanların takla attıklarını görseniz "Ne yapıyor bunlar?" diye durup bir bakmaz mısınız? Mecaz anlamda değil bu takla. Gerçekten takla attırılıyor. En iyi takla atana o halıyı veriyorlarmış. TRT'nin özel kanallarla düzeysizlik yarışına kalkışmamasını saygıyla karşılıyorum. Bu cumartesi curcunası içinde bana pek cana yakın gelen "Hayat Türküsü" adlı diziyle karşılaşınca televizyonu kapatmaktan vazgeçtim. Gündüz çalışmışsam gece televizyon izleyerek biraz dinlenmek istiyorum; ama kendime ödül olarak düşündüğüm şey, bir cezaya dönüşüyor, hem de ağır bir cezaya. TRT 1'deki dizi yeni. Geçen hafta başlamış daha. Yüzme havuzlu köşkler, villalar, yalılar; hizmetçiler, uşaklar yok; mafya bozuntusu adamlar, kan, silah, cinayet yok. Anasız babasız bir genç kızın öğretmen olarak Van'a gidişi var. Van'ın içinde değil, köylerinde görev istemesi var. İstanbul sosyetesi değil, Türkiye var. Yapmacıksız, yalın bir anlatımı özlemişim.
29 Ocak Pazar
Temiz Enerji Vakfı'nın bültenlerindeki "Dil Köşesi"nde "ya da"nın bitişik yazıldığını görünce yazım hatası dememe vakfın başkanı Prof. Dr. Demir İnan biraz alınmış galiba. "Aslında 'yada'yı bu şekilde bitişik yazma önerisi benim değil, Aziz Nesin'indir. Ben onun önerisini benimsediğim için kullanıyorum. Nasıl 've', 'veya'yı yazıyorsak, 'ya', 'yada'yı da o şekilde yazabiliriz diye düşünüyorum. Bir şekilde terimleşmiş oluyor" diyor ve "Bilmem bu görüşümü siz de benimser misiniz?" diye soruyor. Benimsemem. Sayın İnan'a da öyle dedim. "Yada" diye tek bir sözcük yok çünkü. "Ya" ve "da" bağlaçlarından oluşan bir söz var. Bunu öneren Aziz Nesin de olsa durum değişmez. Yazı dili olabilmiş her dilin yazım kuralları vardır. Bu kurallar kişilere göre değişmez. Toplum için yasa neyse, yazım için kural odur. İster "İmla Kılavuzu"na, ister "Yazım Kılavuzu"na bakın, "yada" diye bir sözcük bulamazsınız. "Veya" bitişik yazılır; çünkü Arapça bir sözcüktür. "Ya da" ayrı yazılır; çünkü Türkçe bir sözdür. Bu, ben söylediğim için böyle değildir. Yazım kuralları böyle dediği için böyledir. Yazım kurallarına uymamak toplumsal alanda kargaşaya, bireysel anlamda hak edilmeyen ayıplamalara yol açabilir. Tehlikelidir.
31 Ocak Pazartesi
Çok hoş bir mektupla birlikte eşi Kaya Can'ın kitaplarını göndermiş Mükerrem Can. Kaya Bey, Türkçeye gönül vermekle kalmamış, Türkçenin hangi alanında bir boşluk, bir yayın eksikliği görmüşse gidermek için canla başla çalışmış. Bu, yazdıklarından kolayca anlaşılıyor. Yararlı olduğu da kimi kitaplarının tükenmiş olmasından. "Üniversite ve Yüksekokullar İçin Türk Dili" ve "Yabancılar İçin Türkçe - İngilizce Açıklamalı Türkçe Dersleri", Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) yayınları arasında basılmış. İlki 1986, öteki 2001'de. 2001 tarihli bir kitap daha var: "Yazım Kuralları, Noktalama İmleri, Kısaltmalar". Son derece yararlı bir başka kitap da 1999 tarihini taşıyan "Yazılı Anlatım ve Yazı Türleri". Öğretimin her basamağındaki öğretmen ve öğrencilerin yararlanacakları "Başlıca Yazınsal Sanatlar" adını taşıyan kitapta da Türkçeyi arı, duru kullanma çabasını göstermiş Sayın Can. Biraz da "teşbih, istiare, teşhis ve intak" gibi Osmanlıca adlarından dolayı öğrencilerin korkulu rüyası olan söz sanatlarını en kolay anlaşılabileceği biçimde anlatmış. Yüce gönüllülüğü elden bırakmadığı gibi, çalışmalarında kendisine yardımcı olan eşine teşekkür etmeyi de hiç ihmal etmemiş. Türkçe konusunda bu kadar duyarlı, Türkçenin bu kadar üstüne titreyen Kaya Can'ın "dilimizin yoğun bir yabancı sözcük ve söyleyiş kullanma salgın ve saldırısıyla karşı karşıya olduğunu" gördüğü halde sessiz kalması zaten beklenemezdi. Son kitabının adı bu yüzden Türkçeyi candan sevenlerin de paylaşacağı bir çığlık: "Güzel Dilim Türkçeme Dokunmayın". feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - Yıldız 80750 / İstanbul
09022006

Feyza HEPÇİLİNGİRLER Türkçe Günlükleri
1 Şubat Çarşamba
Kemal Ateş'in Cumhuriyet Kitapları'nca yayımlanan "Öğretemediğimiz Türkçe" adlı kitabını Cumhuriyet okurları bilecektir. Türkçe konusundaki son kitabı ise İmge Kitabevi tarafından basıldı: "Türkçem Mahzun Ben Mahzun". Her iki kitapta da Türkçenin çeşitli özelliklerinin yanı sıra hoyrat kullanılma, yozlaştırılma, kirletilme örnekleri ve bunların düzeltilme önerileri var. İlk kitapta Türkçeyi yanlış ve kötü kullananların kimler olduğu ve bu kullanımlarda yanlışlığa yol açan etkenler; bu yanlışlıkların nasıl düzeltilebileceği konuları üzerinde durulmuş. İkinci kitaptaki yazılar ise şu dört ana başlık altında toplanmış: Basında Dil Yanlışları, Türkçenin Güncel Sorunları, Yazı ve Dil Devrimi, Liselerde Osmanlıca Dersleri. Kemal Ateş'in Türkçe sevdası öğrencilik yıllarından başlıyor. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdikten sonra, akademik alandaki çalışmalarında hep Türkçe üzerine yoğunlaşıyor. Ancak Kemal Ateş yalnız dilci değil; aynı zamanda çok yönlü ve çok ödüllü bir edebiyatçı. İncelemeleri, çocuk kitapları, "Toprak Kovgunları" adlı romanı ve öykü kitapları var. Ben "Bir Şarkıyı Dinlerken"le tanımıştım Ateş'i. PEN Yazarlar Derneği'nin Orhan Kemal Öykü Ödülü seçici kurulundaydım ve daha sonra, aynı adla basılacak öyküleri dosya olarak katılmıştı yarışmaya. Özellikle bu adı taşıyan öyküsü öylesine hakiki bir öyküydü ki benim çarpıldığım gibi, sanıyorum seçici kurulun öteki üyeleri de çarpılmıştı. "Küskün Fotoğraflar"ını bu yıl okudum. Oradaki öykülerden de bir bölümü Türkçe ile ilgiliydi. Hele bir tanesi, acıklı ve gülünç yanlarıyla Türk Dil Kurumu'nun başına gelenleri anlatıyordu.
2 Şubat Perşembe
Okulların açılmış olacağını düşünerek öğrencilere ve gençlere iki ayrı konuşma yapmak üzere gidiyordum; ama kardan önceki hesap, sonrakine uymadı. Kar yüzünden tüm eğitim yaşamı bir hafta ertelenince bütün planlar altüst oldu. Dün bitirme sınavını yaptım, bugün akşamüstü Fethiye Ölüdeniz Belediyesi'nin konuğu olarak Dalaman'a uçacağım. Sınav kâğıtlarımı da yanımda taşıyarak. Yoksa nasıl okurum onca kâğıdı?
3 Şubat Cuma
Kış ortasında yaz... Çok güzel yerler buralar... Sabah Erdoğan Cankuş, Kanal F için röportaj yapmaya gelmişti. Sonra, yabancı dildeki tabelaların önünde çekim yapmak üzere birlikte Ölüdeniz'e gittik. Türkçe tabela arasak epeyce zorlanırdık; ama İngilizce tabeladan bol bir şey yok. Bir de yarısı Türkçe, yarısı İngilizce tabelalar var. Yamaç paraşütçüleri de orada değil miymiş! Gökyüzünden süzüle süzüle inişleri harikaydı. Yamaç paraşütü, dünyanın dört bir yanından insanları buraya çekerken yörenin gençleri de turizmin ölü sezonunda bir yeryüzü şenliği olan Ölüdeniz'e gökyüzünden bakmanın tadını çıkarmaya başlamışlar. Böyle ılık, aydınlık, rüzgârsız günler yamaç paraşütü için pek uygunmuş. Cem Karakaş'ın birlikte uçma önerisi, çok zor geri çevirdiğim bir öneri oldu. Bu arada Coşkun Karadeniz'in, benden çok, akşamki söyleşiyi düşünerek beni caydırmaya çalışması hoştu. Emekli bankacı, şair ve Ölüdeniz Sanatevi'nin müdürü Coşkun Karadeniz, bu gece 19.00'da başlayacak söyleşi onun sorumluluğunda; bu yüzden bir kazaya uğramamam için elinden geleni yapıyor. Kayaköy'e gittik daha sonra. Beni tanıtırken Cumhuriyet gazetesinin adı geçmişse, beni gazeteci sanıp derdini anlatmaya başlıyor herkes. Kayaköy muhtarı da öyle yaptı. Şimdi bir imar planı yokmuş köyün; oysa 300 - 400 yıl önce, köyde otuz bin Rum, üç bin Türk yaşarken yapılmış imar planı bugün bile uygulanabilecek kadar iyiymiş. Bir de inanç turizminin canlandırılmasını istiyor muhtar. Selçuk'tan Demre'ye kadar kilise yokmuş bu bölgede. Kayaköy'deki kiliseler restore edilir de inanç turizmine açılırsa çok iyi olurmuş. Sunay Akın'ın önerisiyle, Nadir Nadi'nin Kayaköy'de doğduğunu belirten bir levha dikilmiş köyün girişine. Sami Karaören de buralıymış. Muhtar ve köylüler Nadir Bey'le de Sami Bey'le de çok övünüyorlar. Dönüşte, yol boyunca duvarlarda, tabelalarda "saç böreği" yazılarını gördükçe gülüyoruz. Öteki tabelalardaki dile,yani İngilizceye çevrilse "saç" yerine "hair" denecek ve pek tuhaf bir börek olacak bizim "sac böreği". Şimdi akşamki konuşmaya kadar ben biraz sınav kâğıdı okuyayım.
4 Şubat Cumartesi
Sabah, televizyonda Mahmut Özkoca'nın hazırladığı bir çocuk programının konuğu oldum. "Zaman" sözcüğünü çok fazla kullandığımız konusuna dikkatimi çekti Mahmut Özkoca. O öyle deyince, Ayvalık'ta Aysel Teyzemin domatesten söz ederken kurduğu tümce geldi aklıma. Şöyleydi: "Zamanında aldığın zamanki lezzeti başka zaman bulamazsın." Ne o zaman teyzeme bir şey söylemiştim ne de Özkoca'ya bir şey dedim; ama gerçekten hem sık, hem de değişik anlam yükleriyle kullanıyoruz "zaman" sözcüğünü. Bir de gazete ve televizyon haberlerinde "parke taş" denmesinden rahatsızmış Özkoca. Bunun yerine "kilitli taş"ı önermiş ve benimsenmiş gibiymiş bu öneri. "Hiç Kimse" adlı bir şiir kitabı var Özkoca'nın. Öğleden sonra da Fethiye Halk Kütüphanesi'nde konuşmamı yaptım. Dün akşamki söyleşi daha renkli, daha canlıydı sanki. Ama olsun. Otuz beş yıldır görmediğim, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu'ndan arkadaşım Gülsen'le buluştum, konuştum. Pek güzel oldu.
5 Şubat Pazar
Buraları İngilizlere göre hazırlayıp duruyoruz. Ölüdeniz, Hisarönü, Ovacık İngiliz kasabaları gibi olmuş. On tabeladan bir tanesinde bile Türkçeye rastlayamıyorsunuz. Bu durumda tek eksik İngilizler gibi görünüyor. Oysa değil. Gelmişler. Onlar için evler, villalar yapılıyormuş sürekli. Onlar da durmaksızın mülk ediniyorlarmış. Çarşıda, hatta pazarda bile her şey onlara göre düzenleniyormuş. Buranın yerli halkı çoktan ikinci sınıf insan konumuna düşmüş. Bir İngiliz çiftle aynı arabada havaalanına giderken anımsıyorum bu söylenenleri. Onlarsa dışarıda bir yerleri gösterip gülüşüyorlar. Her bir şey tanıdık geliyor onlara. Daha doğrusu, İngilizlere kendilerini yabancı bir yerdeymiş gibi hissettirecek hiçbir şey kalmamış. Bir süre sonra, "Ne arıyor bu Türkler burada" diye sormaya başlarlarsa kimse şaşırmasın. feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - Yıldız 80750 / İstanbul
16022006

Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
6 Şubat Pazartesi
Dün Fethiye'den dönerken uçakta aynı uyarılarla karşılaşınca M. Koray Akkaya'nın mektubu yeniden aklıma geldi. Daha doğrusu uçağa her binişimde anımsıyorum da indiğimde, öteki uğraşlar bastırınca çıkıyor aklımdan. Bugün mektubu bulup yeniden okudum. "Outside air temperature", "harici hava sıcaklığı" diye çevrilmiş sözgelimi. Haklı olarak "Neden 'içerideki-dışarıdaki' değil de 'dahili-harici'?" diye soruyor Akkaya. Peyami Safa'nın "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" gelmezse insanın aklına, hastane servisleri, hastane koridorları geliyor. İngilizcesi: "Distance from departure"; Türkçesi: "Kalkılan meydandan olan uzaklık". Bu da çarpık değil mi? "Bir yere olan uzaklık" doğal da "bir yerden olan uzaklık" zorlama. "Olan" sözcüğünün atılmasıyla bile anlatım biraz toparlanabilir. "Local time at present position" da Türkçeye "Şu andaki mahalli saat" diye çevrilmiş. "Mahalli" yerine "yerel" denebilir; ama yetmez. Koray Akkaya'nın dediği gibi, İngilizcesindeki "yer" kavramı, "şu an" denerek zaman vurgusuyla verilemez çünkü. "Bulunduğumuz yerdeki yerel saat" olarak çevrilebilir, hatta "yerel" sözcüğü hiç kullanılmasa da olur: "Bulunduğumuz yerdeki saat". En korkuncu: "İnilecek meydana olan zaman". Bu ne demek? Nasıl bu kadar çarpık bir Türkçe kullanılabilir? "Time to Destination" başka türlü çevrilemez mi? "Ulaşılacak merkez için kalan süre" denebilir örneğin; hatta yalnızca "kalan süre" dense biz anlamaz mıyız neyin kastedildiğini? İngilizce metinde "mobile phone" deniyor olmalı, "taşınabilir telefon" diye bir laf ediliyor sesli duyurularda da. Ne demek "taşınabilir telefon"? Biz ona "cep telefonu" demiyor muyuz?
Yine 6 Şubat Pazartesi
Coşkun Karabulut'un "Taramak Gökyüzünü" ve "Aklımda Sen", Mahmut Özkoca'nın da "Hiç Kimse" adlı şiir kitaplarıyla Saatli Maarif Takvimi'nin gelenekselleştirdiği biçimde ve epeyce emek verilerek hazırlanmış "Desti Takvim"i getirdim Fethiye'den. Karabulut'un şiirleri mizahi, Özkoca'nınkiler bir bütünün parçaları, şiir kitaplarını yolda okudum; takvimin okunması 2006'nın sonunda bitecek. Funda Şimşek'in "Sessizliğin Sesi" ve "Devam Eden Hayat" adlı şiir kitaplarını da dönünce okudum. Milas'tan getirdiğim bir başka kitapla, Orhan Bahtiyar'ın "Nazmi Yükselen'in Müzikle Dolu Elli Yılının Hikâyesi" ile birlikte. "Ormancı" adıyla bilinen türkünün öyküsü de var kitapta. Hoş, türkünün kendisinde de var o öykü zaten; ama kitaptan öğreniyoruz ki türküde anlatılan olay 1946 yılında, Yatağan ilçesinin Bozüyük yakınlarında bulunan Gevenez köyünde geçiyormuş.
8 Şubat Çarşamba
Öteki saatler büyüklere ayrıldığından cumartesi sabahı 7'de çocuğunuz televizyonun karşısına geçip çizgi film izlemeye başlayabilir; onun programı bu saatte başlıyor çünkü. Peki, neler izleyecek? Öyle "Şeker Kız Candy", "Heidi" falan yok artık; onlar nostaljik oldu. Bizde "Şirinler" adıyla gösterilen çizgi filmin ABD'de komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yasaklandığını duymuştum. Kimi İslami kanallarımızda da Müslümanlaştırılmış biçimi gösteriliyormuş. Bunu da kendim görmedim, duydum. CNBC-e, bütün filmleri, dizileri, altyazıyla yayımlıyor; göstereceği filmleri İngilizce adlarıyla sunuyor, hatta kimi zaman filmin özgün adı İngilizce olmasa bile. Altyazıya bir şey demiyorum; filmin özgün seslerini duymak, sorunlu Türkçe seslendirmelerden daha iyi olabilir. Üstelik çeviri hataları bile daha az etkili olabilir altyazıda; ancak hiç değilse filmlerin adlarını Türkçeleştirmek konusunda bir titizlik gösterilmesini beklemek hakkımız olmalı. Nickelodeon adı verilen kuşakta yayımlanan çocuk çizgi dizilerinin adları da Türkçeleştirilmiyor. İşte o dizilerden bir demet, yayımlandıkları adlarla: Rugrats, My Life as a Teenage Robot, The Wild Thornberrys, Jimny Neutron, Hey Arnold, Catdog, Rocko's Modern Life, Spongebob Squarepants, As Told by Ginger, All Grown Up, Angry Beavers...
9 Şubat Perşembe
Yorum yapmayacağım. "Millet nedir?" sorusuna verilmiş bir yanıtı aktaracağım yalnız: "Millet ne coğrafi, ne ırki, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Millet lisanen müşterek olan, aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep harsi bir zümredir. Milliyette secere değil yalnız terbiye aranır.Bir ferd hangi cemiyetin terbiyesini almışsa onun mefkûresine çalışabilir." Bugünkü dile rahat bir çeviri ile şu denmiş: "Ulus, coğrafyayla, ırk ya da siyasetle belirlenmediği gibi, iradeyle de oluşturulmaz. Ulus, dil bakımından ortak olan, aynı eğitimden geçmiş bireylerin oluşturduğu kültürel bir topluluktur. Ulusta soy sop değil, yalnız (ortak) eğitim aranır. Bir kişi, hangi toplumun eğitimini almışsa onun ülküsü (idealleri) için çalışabilir." Son tümcesi için aldım alıntıyı buraya. Bu sözleri söyleyen kim dersiniz? Ünlü "Türkçü" Ziya Gökalp. "Damarlarınızdaki asil Türk kanı, sizi yabancı etkilerin tümünden korur." demiyor; "Hangi toplum tarafından eğitilmişseniz onun amaçlarına hizmet edersiniz." diyor. Bunca İngilizce yayın, çocuklarımız küresel bilim dünyasının dışında kalmasınlar diye mi yapılıyor? Türkiyeli gariban çocuklar eğlensinler, mutlu olsunlar diye mi? Bu bir "terbiye" işte! Hem de yumurta ve limonla yapılmayanından. Etkisi yeni yetişen kuşaklarda görüldüğünde geri dönüşü olmayacak bir "terbiye"!
11 Şubat Cumartesi
Asla yer almaması gereken bir ağızdan dökülmesiyle gündeme gelen "lan", "oğlan" sözcüğünden değişerek oluşmuş bir sözcük. "Oğlan"dan "ulan", "ulan"dan "lan"... "Lan"ın kökeni böyle. Gündeme gelişi ise çocuklukta alınan eğitimin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösteriyor. Kötü eğitim, üstünü yaldızla, cilayla, boyayla ne kadar kapatmaya çalışsanız da bir yerlerden sırıtıp çıkıveriyor işte. Hani duvarınızdaki lekelerin üstünü badanayla örtmeye uğraşırsınız da duvar, içine işlemiş o alttaki lekeyi "kusar". Böyle oluyor. Başbakan bile olsanız ağzınız "ananı..." diye başlayan küfürler etme alışkanlığındaysa onu denetim altına almayı başarıp, "Ananı al, git." diye yuvarlasanız da "lan" dökülüveriyor kendiliğinden. feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - Yıldız 80750 / İstanbul
23022006

Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
16 Ocak Pazartesi
"Türk televizyonlarını seyredecek olsanız, sanki binlerce kişinin öldüğü tam bir panik ve kaos var. Ama durum şu an o kadar kötü değil." Bunu ben söylemiyorum; Rus NTV'sinin Türkiye muhabiri söylüyor. Haberini böyle geçmiş Rusya'ya. Uzun bayram tatilindeki trafik kazalarında 109 kişi öldü, 179 kişi de yaralandı. Kuş gribinden ölen ise benim bildiğim dört kişi. İnsan yaşamlarının duygu yoksunu bir biçimde sayılarla ifade edilmesinden nefret ederim; ama sayılar birçok şeyi de söylemiyor mu? Üstelik, tehlikeli olup olmadığına bakılmaksızın öldürülen kanatlı sayısının bu gidişle milyonu bulacak, belki de geçecek olması üzerinde durmadık bile. Bizi kuş gribi değil, sunduğunun daha çok ilgi uyandırması için, her türlü abartıda hiçbir sakınca görmeyen medya öldürecek.
19 Ocak Perşembe
Mübadele insanları beni çok ilgilendiriyor, onlardanım çünkü. Bir yanım Giritli, bir yanım Midillili. Babaannem Türkçe bilmezdi. Öğrendiği en iyi Türkçe, İstanbullu bir Rumun Türkçesi yanında çok zavallı kalırdı. Berkant Çolak'ın "Mübadele" kitabı da bu yüzden çok ilgilendirdi beni. Alt başlıkta da söylendiği gibi, "Şiirlerle Mübadil Fotoğrafları"ndan oluşuyor kitap. Büyük boy (28'e 28 santim), kuşe kâğıda ofset baskılı, kapaklı, harika bir kitap. Tudem Kültür tarafından basılmış. Türkiye'de ve Yunanistan'da çekilmiş fotoğraflar için özel olarak yazılmış şiirler, mübadele şiirleri, şiirle fotoğrafın uyumlu birlikteliği... Fotoğrafın sanat olduğunu tartışmaya yer bırakmayacak kesinlikte kanıtlayan siyah beyaz fotoğraflara, şiir denince adı akla ilk gelen en önemli şairlerimizin şiirleri eşlik ediyor. Ahmet Oktay'dan Arif Damar'a, Güven Turan'dan Hulki Aktunç'a, Turgay Nar'dan Salih Bolat'a, Refik Durbaş'tan Orhan Alkaya'ya, kimler yok ki! Tam 49 şair. Bir de gözlerinizin içine bakan, doğdukları toprakları özlemekten bir an bile vazgeçmemiş, oralardan niye koparılıp sürüldüklerini hâlâ anlamamış ve hiç anlamayacak olan mübadele insanları... Orada ya da burada... Ne fark eder? "Karşı"da kalanlar onlar.
20 Ocak Cuma
Nursen Karas'ın "Küskün Kuşlar Göçe Kadar" adlı kitabı da şiir ve fotoğraf birlikteliğiyle kotarılmış. 1961 tarihini taşıyan "Akşam radyo yine / O parçayı çaldı / Ağlamadım bu kez / Kalktım kapattım" şiiriyle başlıyor kitap ve 1957 -1963 arasında yazılmış Nursen Karas şiirleriyle, Seyit Ali Ak'ın 2004'te çektiği renkli sanat fotoğraflarından oluşan bir şiir albümü olarak sürüyor. Nursen Karas'ın adını epeyce geç duydum ben; 20 yıl kadar önce. Çünkü 1950'li yıllardan beri yazıyor Karas; şiir, öykü, gezi yazısı, tiyatro, tiyatro eleştirisi... Pek çok alanda yazıyor; ama en çok öykücü sayılır; asıl alanı öykü çünkü. "İçinden Rüzgâr Geçen Sarı" adlı öykü kitabının adı, "içinden X geçen Y" kalıbı olarak daha sonra ne çok kullanıldı. "İçinden reform geçen ülke" biçimindeki gazete haberlerinin dışında en bilineni herhalde Ferhan Şensoy'un, "İçinden Tramvay Geçen Şarkı" adlı oyunu. Naif öyküler yazıyor Karas. Çok yalın öyküler; ama asla basit değil: "Yağmurdan ıslanan ağaçlar karartılarını büyüterek yola eğilmişlerdi. Kimileri korkabilirdi bu görünümden; ne ki korku bazıları için lüks ya da şımarıklık olabiliyordu." Günümüzde öyküde de moda olan kötücüllükten eser yok onun öykülerinde. Tam tersine, iyimser, sevgiyi çoğaltmaya ve dağıtmaya çalışan iyicil öyküler: "İnsanlar iyi yaşamalıdır. Birbirlerine iyi, güzel şeyler vermelidirler. Bu da en çok sözcüklerle olur. İnsanlar sözcüklerle giyinip karşısındakileri sözcüklerle kuşatırlar; bazen gönendirip bazen ısırganotu gömlekmişçesine acı vererek ya da boğarak. Sözcükler bizim çiçeklerimiz de olabilir, silahlarımız da." Deneme tadında olanlar da var öykülerinin içinde. Ev kadınlarını konuşturduğu "Kuyruğuna Kuşlar Konan Kara Kediler" adlı öyküde bitmez tükenmez ev işlerini anlatırken şöyle diyor öykü kişilerinden biri: Evet, Yunan mitolojisindeki Sisyphos'un kayaları tepeye çıkardıktan sonra geri yuvarlanışını izleyip, dönüp yeniden tepeye taşımaya cezalı oluşu gibi. Aslında yaptığımız ev işleri de Sisyphos'un anlamsız çabasına benziyor. Çamaşırlar, bulaşıklar yıkanıyor, yerine kalkıyor, ertesi gün yine hepsi kirlide. Yemekler pişiyor, buzdolabı doluyor, ertesi gün bomboş." Aynı öyküde altını çizdiğim başka yerler de var: "Balinalar da çiftleşiyorlar; erkek balina dişi balinayı döllüyor. Ama lütfedip kendisini dölledi diye dişi balina erkek balinanın ömür boyu çoraplarını yıkamıyor." Bir de şu: "Erkek kadının cüzdanı olmaktan kurtuldu da kadın erkeğin hizmetçiliğinden kurtulamadı." Güzel söyleyişleri var: "Kemiğine kadar örselenmiş bir yürek" diyor sözgelimi. Çocuklar için söylediği de şu: "Küçük canlılar, bozulmamış insanlar ve sevinç üreticileri." Dedim ya, hem iyi bir öykücü Nursen Karas hem de iyicil bir öykücü.
24 Ocak Salı
Kar hapsi! Doğuda kar aylarca kalkmasa kimsenin umurunda değil; ama İstanbul'a kar yağınca ulusal felaket ilan ediliyor. Birikmiş gazeteleri okumak ve kaldırmak için iyi bir fırsat oldu. Ayrıca evi yeni düzenine kavuşturmamız da gerekecek. Kitaplarımla, dergilerim, gazetelerimle, notlarım, dosyalarım, atılması gereken yığınlar halindeki kâğıtla bütün eve yayılmış durumdayım. Kendimi azıcık kıyıya çekip kızıma da yer açmam gerek. Artık iki kişi yaşayacağız bu evde. "TSK köpeklerinin adı Türkçe olacak" diye bir haber bulunca hemen kestim gazeteden. Pakistan'da, TSK - DAK Arama Kurtarma timinin Labrador cinsi köpeği Ledi, depremden 52 saat sonra 42 yaşındaki bir kadını enkazdan canlı olarak çıkarmış; ancak bazı basın organlarında bu köpeğin İngiliz ekibine ait olduğu yolunda haberler yer almış. Bunun üzerine Gemlik Askeri Veteriner Okulu ve Eğitim Merkez Komutanlığı'nda doğan tüm köpeklere Türkçe adlar verilmesi kararlaştırılmış. Diyeceğim şu: Köpeklerle sınırlı kalmasa bu iş. Türkiye'nin başarı hanesine yazılacak pek çok olumlu çalışma da aynı nedenle başkalarına mal edilebilir. Edilemez mi? Örneğin "Casper" marka bilgisayarlar "Türkiye'nin prestiji" diye sunulduğuna göre, Türkiye'de üretiliyor. Peki, nereden belli? Adından belli değil. Hiç belli değil. Türkiye'de üretilen bilgisayara Türkçe bir ad koymak çok mu yakışıksız kaçar? feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı -Yıldız 80750 / İstanbul
02022006
Feyza HEPÇİLİNGİRLER Türkçe Günlükleri
26 Ocak Perşembe
Dün okulda bitirme sınavlarını yapmam, bugün de kâğıtlarla boğuşuyor olmam gerekiyordu. Aynı zamanda bugün Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile yerel basın seminerleri için Elazığ'da olmam da gerekiyordu. Ayrıca bugün, doğduğum gün olduğundan yıllardan beri ilk kez kızımla birlikte kutlamak için İstanbul'da olmam da gerekiyordu. Bu üç gerekirliğin üçünün birden gerçekleşmesi olanaksızdı; ama hiçbirinin yapılamaması da gerekmezdi. Bir kar yağdı, bütün planlar bozuldu. Kar yüzünden oğlum gelemeyeceği için doğum günü kutlamasından vazgeçildi. Uçaklar kalkmadığı için Elazığ'a gidilemedi. Okul kapandığı için sınav gelecek haftaya kaldı. Üstelik Fethiye'ye söz verdiğim tarihle çakışacağı için Elazığ'a gidemeyeceğim. Sınavın ertesinde Fethiye'ye gideceğim için sınav ile ilgili işlemlerde çok sıkışacağım. Yarın akşam (kar izin verirse) hep birlikte bir yemek yiyeceğiz; ama doğum günü geçtikten sonra kutlamanın âlemi yok. Üstelik yarım yüzyılı devirdikten sonra kutlamaya kalkmanın hiç âlemi yok. Unutturmaya çalışmak hepsinden iyi.
27 Ocak Cuma
Ben ya rastlamadım ya da dikkat etmedim. Meriç Kırmızı bildirdi: Mehmet Barlas, Emre Kongar'la "Yorum Farkı" programında ısrarla "laikçi" diyormuş. "Laikçi" diye bir söyleyiş olur mu, diye soruyor Kırmızı. Olur da "bakkalcı" gibi bir şey olur, dedim ben de yanıt olarak. "Laisizmle ilgili olan, laik olan" değil, olsa olsa "laiklerle ilgili olan, laiklerle uğraşmayı iş edinen" anlamına gelir "laikçi". Belki de bunu demek istiyordur Mehmet Barlas. Laiklerle alay etmek için ya da laikliğe "şeriatçılık" gibi bir inanç izlenimi kazandırmak için. Kim bilir?
28 Ocak Cumartesi
Cumartesi gecesini televizyonun karşısında geçirecekseniz sizi eğlendirmek için, hiçbir yavanlıktan kaçınmayanlarla, her sözleriyle belden aşağı çağrışımlar yapmayı komiklik sayanlarla, şişmanlık, yaşlılık, sakatlık ya da çirkinlikle hiçbir ayıp, yasak, günah tanımaksızın utanmazca dalga geçenlerle karşılaşmamanız olanaksız. Bunları izlemek zorunda değilsiniz elbette; ama kanal değiştirirken büyük aptesini yapar gibi oturmuş ve bunu düşünmemizi sağlayacak sözler eden bir eğlence programı sunucusuna rastlamışsanız, en azından daha ne kadar adileşebileceğini merak etmez misiniz? Bir halının üstünde şişman ve yaşlı insanların takla attıklarını görseniz "Ne yapıyor bunlar?" diye durup bir bakmaz mısınız? Mecaz anlamda değil bu takla. Gerçekten takla attırılıyor. En iyi takla atana o halıyı veriyorlarmış. TRT'nin özel kanallarla düzeysizlik yarışına kalkışmamasını saygıyla karşılıyorum. Bu cumartesi curcunası içinde bana pek cana yakın gelen "Hayat Türküsü" adlı diziyle karşılaşınca televizyonu kapatmaktan vazgeçtim. Gündüz çalışmışsam gece televizyon izleyerek biraz dinlenmek istiyorum; ama kendime ödül olarak düşündüğüm şey, bir cezaya dönüşüyor, hem de ağır bir cezaya. TRT 1'deki dizi yeni. Geçen hafta başlamış daha. Yüzme havuzlu köşkler, villalar, yalılar; hizmetçiler, uşaklar yok; mafya bozuntusu adamlar, kan, silah, cinayet yok. Anasız babasız bir genç kızın öğretmen olarak Van'a gidişi var. Van'ın içinde değil, köylerinde görev istemesi var. İstanbul sosyetesi değil, Türkiye var. Yapmacıksız, yalın bir anlatımı özlemişim.
29 Ocak Pazar
Temiz Enerji Vakfı'nın bültenlerindeki "Dil Köşesi"nde "ya da"nın bitişik yazıldığını görünce yazım hatası dememe vakfın başkanı Prof. Dr. Demir İnan biraz alınmış galiba. "Aslında 'yada'yı bu şekilde bitişik yazma önerisi benim değil, Aziz Nesin'indir. Ben onun önerisini benimsediğim için kullanıyorum. Nasıl 've', 'veya'yı yazıyorsak, 'ya', 'yada'yı da o şekilde yazabiliriz diye düşünüyorum. Bir şekilde terimleşmiş oluyor" diyor ve "Bilmem bu görüşümü siz de benimser misiniz?" diye soruyor. Benimsemem. Sayın İnan'a da öyle dedim. "Yada" diye tek bir sözcük yok çünkü. "Ya" ve "da" bağlaçlarından oluşan bir söz var. Bunu öneren Aziz Nesin de olsa durum değişmez. Yazı dili olabilmiş her dilin yazım kuralları vardır. Bu kurallar kişilere göre değişmez. Toplum için yasa neyse, yazım için kural odur. İster "İmla Kılavuzu"na, ister "Yazım Kılavuzu"na bakın, "yada" diye bir sözcük bulamazsınız. "Veya" bitişik yazılır; çünkü Arapça bir sözcüktür. "Ya da" ayrı yazılır; çünkü Türkçe bir sözdür. Bu, ben söylediğim için böyle değildir. Yazım kuralları böyle dediği için böyledir. Yazım kurallarına uymamak toplumsal alanda kargaşaya, bireysel anlamda hak edilmeyen ayıplamalara yol açabilir. Tehlikelidir.
31 Ocak Pazartesi
Çok hoş bir mektupla birlikte eşi Kaya Can'ın kitaplarını göndermiş Mükerrem Can. Kaya Bey, Türkçeye gönül vermekle kalmamış, Türkçenin hangi alanında bir boşluk, bir yayın eksikliği görmüşse gidermek için canla başla çalışmış. Bu, yazdıklarından kolayca anlaşılıyor. Yararlı olduğu da kimi kitaplarının tükenmiş olmasından. "Üniversite ve Yüksekokullar İçin Türk Dili" ve "Yabancılar İçin Türkçe - İngilizce Açıklamalı Türkçe Dersleri", Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) yayınları arasında basılmış. İlki 1986, öteki 2001'de. 2001 tarihli bir kitap daha var: "Yazım Kuralları, Noktalama İmleri, Kısaltmalar". Son derece yararlı bir başka kitap da 1999 tarihini taşıyan "Yazılı Anlatım ve Yazı Türleri". Öğretimin her basamağındaki öğretmen ve öğrencilerin yararlanacakları "Başlıca Yazınsal Sanatlar" adını taşıyan kitapta da Türkçeyi arı, duru kullanma çabasını göstermiş Sayın Can. Biraz da "teşbih, istiare, teşhis ve intak" gibi Osmanlıca adlarından dolayı öğrencilerin korkulu rüyası olan söz sanatlarını en kolay anlaşılabileceği biçimde anlatmış. Yüce gönüllülüğü elden bırakmadığı gibi, çalışmalarında kendisine yardımcı olan eşine teşekkür etmeyi de hiç ihmal etmemiş. Türkçe konusunda bu kadar duyarlı, Türkçenin bu kadar üstüne titreyen Kaya Can'ın "dilimizin yoğun bir yabancı sözcük ve söyleyiş kullanma salgın ve saldırısıyla karşı karşıya olduğunu" gördüğü halde sessiz kalması zaten beklenemezdi. Son kitabının adı bu yüzden Türkçeyi candan sevenlerin de paylaşacağı bir çığlık: "Güzel Dilim Türkçeme Dokunmayın". feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - Yıldız 80750 / İstanbul
09022006

Feyza HEPÇİLİNGİRLER Türkçe Günlükleri
1 Şubat Çarşamba
Kemal Ateş'in Cumhuriyet Kitapları'nca yayımlanan "Öğretemediğimiz Türkçe" adlı kitabını Cumhuriyet okurları bilecektir. Türkçe konusundaki son kitabı ise İmge Kitabevi tarafından basıldı: "Türkçem Mahzun Ben Mahzun". Her iki kitapta da Türkçenin çeşitli özelliklerinin yanı sıra hoyrat kullanılma, yozlaştırılma, kirletilme örnekleri ve bunların düzeltilme önerileri var. İlk kitapta Türkçeyi yanlış ve kötü kullananların kimler olduğu ve bu kullanımlarda yanlışlığa yol açan etkenler; bu yanlışlıkların nasıl düzeltilebileceği konuları üzerinde durulmuş. İkinci kitaptaki yazılar ise şu dört ana başlık altında toplanmış: Basında Dil Yanlışları, Türkçenin Güncel Sorunları, Yazı ve Dil Devrimi, Liselerde Osmanlıca Dersleri. Kemal Ateş'in Türkçe sevdası öğrencilik yıllarından başlıyor. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdikten sonra, akademik alandaki çalışmalarında hep Türkçe üzerine yoğunlaşıyor. Ancak Kemal Ateş yalnız dilci değil; aynı zamanda çok yönlü ve çok ödüllü bir edebiyatçı. İncelemeleri, çocuk kitapları, "Toprak Kovgunları" adlı romanı ve öykü kitapları var. Ben "Bir Şarkıyı Dinlerken"le tanımıştım Ateş'i. PEN Yazarlar Derneği'nin Orhan Kemal Öykü Ödülü seçici kurulundaydım ve daha sonra, aynı adla basılacak öyküleri dosya olarak katılmıştı yarışmaya. Özellikle bu adı taşıyan öyküsü öylesine hakiki bir öyküydü ki benim çarpıldığım gibi, sanıyorum seçici kurulun öteki üyeleri de çarpılmıştı. "Küskün Fotoğraflar"ını bu yıl okudum. Oradaki öykülerden de bir bölümü Türkçe ile ilgiliydi. Hele bir tanesi, acıklı ve gülünç yanlarıyla Türk Dil Kurumu'nun başına gelenleri anlatıyordu.
2 Şubat Perşembe
Okulların açılmış olacağını düşünerek öğrencilere ve gençlere iki ayrı konuşma yapmak üzere gidiyordum; ama kardan önceki hesap, sonrakine uymadı. Kar yüzünden tüm eğitim yaşamı bir hafta ertelenince bütün planlar altüst oldu. Dün bitirme sınavını yaptım, bugün akşamüstü Fethiye Ölüdeniz Belediyesi'nin konuğu olarak Dalaman'a uçacağım. Sınav kâğıtlarımı da yanımda taşıyarak. Yoksa nasıl okurum onca kâğıdı?
3 Şubat Cuma
Kış ortasında yaz... Çok güzel yerler buralar... Sabah Erdoğan Cankuş, Kanal F için röportaj yapmaya gelmişti. Sonra, yabancı dildeki tabelaların önünde çekim yapmak üzere birlikte Ölüdeniz'e gittik. Türkçe tabela arasak epeyce zorlanırdık; ama İngilizce tabeladan bol bir şey yok. Bir de yarısı Türkçe, yarısı İngilizce tabelalar var. Yamaç paraşütçüleri de orada değil miymiş! Gökyüzünden süzüle süzüle inişleri harikaydı. Yamaç paraşütü, dünyanın dört bir yanından insanları buraya çekerken yörenin gençleri de turizmin ölü sezonunda bir yeryüzü şenliği olan Ölüdeniz'e gökyüzünden bakmanın tadını çıkarmaya başlamışlar. Böyle ılık, aydınlık, rüzgârsız günler yamaç paraşütü için pek uygunmuş. Cem Karakaş'ın birlikte uçma önerisi, çok zor geri çevirdiğim bir öneri oldu. Bu arada Coşkun Karadeniz'in, benden çok, akşamki söyleşiyi düşünerek beni caydırmaya çalışması hoştu. Emekli bankacı, şair ve Ölüdeniz Sanatevi'nin müdürü Coşkun Karadeniz, bu gece 19.00'da başlayacak söyleşi onun sorumluluğunda; bu yüzden bir kazaya uğramamam için elinden geleni yapıyor. Kayaköy'e gittik daha sonra. Beni tanıtırken Cumhuriyet gazetesinin adı geçmişse, beni gazeteci sanıp derdini anlatmaya başlıyor herkes. Kayaköy muhtarı da öyle yaptı. Şimdi bir imar planı yokmuş köyün; oysa 300 - 400 yıl önce, köyde otuz bin Rum, üç bin Türk yaşarken yapılmış imar planı bugün bile uygulanabilecek kadar iyiymiş. Bir de inanç turizminin canlandırılmasını istiyor muhtar. Selçuk'tan Demre'ye kadar kilise yokmuş bu bölgede. Kayaköy'deki kiliseler restore edilir de inanç turizmine açılırsa çok iyi olurmuş. Sunay Akın'ın önerisiyle, Nadir Nadi'nin Kayaköy'de doğduğunu belirten bir levha dikilmiş köyün girişine. Sami Karaören de buralıymış. Muhtar ve köylüler Nadir Bey'le de Sami Bey'le de çok övünüyorlar. Dönüşte, yol boyunca duvarlarda, tabelalarda "saç böreği" yazılarını gördükçe gülüyoruz. Öteki tabelalardaki dile,yani İngilizceye çevrilse "saç" yerine "hair" denecek ve pek tuhaf bir börek olacak bizim "sac böreği". Şimdi akşamki konuşmaya kadar ben biraz sınav kâğıdı okuyayım.
4 Şubat Cumartesi
Sabah, televizyonda Mahmut Özkoca'nın hazırladığı bir çocuk programının konuğu oldum. "Zaman" sözcüğünü çok fazla kullandığımız konusuna dikkatimi çekti Mahmut Özkoca. O öyle deyince, Ayvalık'ta Aysel Teyzemin domatesten söz ederken kurduğu tümce geldi aklıma. Şöyleydi: "Zamanında aldığın zamanki lezzeti başka zaman bulamazsın." Ne o zaman teyzeme bir şey söylemiştim ne de Özkoca'ya bir şey dedim; ama gerçekten hem sık, hem de değişik anlam yükleriyle kullanıyoruz "zaman" sözcüğünü. Bir de gazete ve televizyon haberlerinde "parke taş" denmesinden rahatsızmış Özkoca. Bunun yerine "kilitli taş"ı önermiş ve benimsenmiş gibiymiş bu öneri. "Hiç Kimse" adlı bir şiir kitabı var Özkoca'nın. Öğleden sonra da Fethiye Halk Kütüphanesi'nde konuşmamı yaptım. Dün akşamki söyleşi daha renkli, daha canlıydı sanki. Ama olsun. Otuz beş yıldır görmediğim, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu'ndan arkadaşım Gülsen'le buluştum, konuştum. Pek güzel oldu.
5 Şubat Pazar
Buraları İngilizlere göre hazırlayıp duruyoruz. Ölüdeniz, Hisarönü, Ovacık İngiliz kasabaları gibi olmuş. On tabeladan bir tanesinde bile Türkçeye rastlayamıyorsunuz. Bu durumda tek eksik İngilizler gibi görünüyor. Oysa değil. Gelmişler. Onlar için evler, villalar yapılıyormuş sürekli. Onlar da durmaksızın mülk ediniyorlarmış. Çarşıda, hatta pazarda bile her şey onlara göre düzenleniyormuş. Buranın yerli halkı çoktan ikinci sınıf insan konumuna düşmüş. Bir İngiliz çiftle aynı arabada havaalanına giderken anımsıyorum bu söylenenleri. Onlarsa dışarıda bir yerleri gösterip gülüşüyorlar. Her bir şey tanıdık geliyor onlara. Daha doğrusu, İngilizlere kendilerini yabancı bir yerdeymiş gibi hissettirecek hiçbir şey kalmamış. Bir süre sonra, "Ne arıyor bu Türkler burada" diye sormaya başlarlarsa kimse şaşırmasın. feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - Yıldız 80750 / İstanbul
16022006


Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
6 Şubat Pazartesi
Dün Fethiye'den dönerken uçakta aynı uyarılarla karşılaşınca M. Koray Akkaya'nın mektubu yeniden aklıma geldi. Daha doğrusu uçağa her binişimde anımsıyorum da indiğimde, öteki uğraşlar bastırınca çıkıyor aklımdan. Bugün mektubu bulup yeniden okudum. "Outside air temperature", "harici hava sıcaklığı" diye çevrilmiş sözgelimi. Haklı olarak "Neden 'içerideki-dışarıdaki' değil de 'dahili-harici'?" diye soruyor Akkaya. Peyami Safa'nın "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" gelmezse insanın aklına, hastane servisleri, hastane koridorları geliyor. İngilizcesi: "Distance from departure"; Türkçesi: "Kalkılan meydandan olan uzaklık". Bu da çarpık değil mi? "Bir yere olan uzaklık" doğal da "bir yerden olan uzaklık" zorlama. "Olan" sözcüğünün atılmasıyla bile anlatım biraz toparlanabilir. "Local time at present position" da Türkçeye "Şu andaki mahalli saat" diye çevrilmiş. "Mahalli" yerine "yerel" denebilir; ama yetmez. Koray Akkaya'nın dediği gibi, İngilizcesindeki "yer" kavramı, "şu an" denerek zaman vurgusuyla verilemez çünkü. "Bulunduğumuz yerdeki yerel saat" olarak çevrilebilir, hatta "yerel" sözcüğü hiç kullanılmasa da olur: "Bulunduğumuz yerdeki saat". En korkuncu: "İnilecek meydana olan zaman". Bu ne demek? Nasıl bu kadar çarpık bir Türkçe kullanılabilir? "Time to Destination" başka türlü çevrilemez mi? "Ulaşılacak merkez için kalan süre" denebilir örneğin; hatta yalnızca "kalan süre" dense biz anlamaz mıyız neyin kastedildiğini? İngilizce metinde "mobile phone" deniyor olmalı, "taşınabilir telefon" diye bir laf ediliyor sesli duyurularda da. Ne demek "taşınabilir telefon"? Biz ona "cep telefonu" demiyor muyuz?
Yine 6 Şubat Pazartesi
Coşkun Karabulut'un "Taramak Gökyüzünü" ve "Aklımda Sen", Mahmut Özkoca'nın da "Hiç Kimse" adlı şiir kitaplarıyla Saatli Maarif Takvimi'nin gelenekselleştirdiği biçimde ve epeyce emek verilerek hazırlanmış "Desti Takvim"i getirdim Fethiye'den. Karabulut'un şiirleri mizahi, Özkoca'nınkiler bir bütünün parçaları, şiir kitaplarını yolda okudum; takvimin okunması 2006'nın sonunda bitecek. Funda Şimşek'in "Sessizliğin Sesi" ve "Devam Eden Hayat" adlı şiir kitaplarını da dönünce okudum. Milas'tan getirdiğim bir başka kitapla, Orhan Bahtiyar'ın "Nazmi Yükselen'in Müzikle Dolu Elli Yılının Hikâyesi" ile birlikte. "Ormancı" adıyla bilinen türkünün öyküsü de var kitapta. Hoş, türkünün kendisinde de var o öykü zaten; ama kitaptan öğreniyoruz ki türküde anlatılan olay 1946 yılında, Yatağan ilçesinin Bozüyük yakınlarında bulunan Gevenez köyünde geçiyormuş.
8 Şubat Çarşamba
Öteki saatler büyüklere ayrıldığından cumartesi sabahı 7'de çocuğunuz televizyonun karşısına geçip çizgi film izlemeye başlayabilir; onun programı bu saatte başlıyor çünkü. Peki, neler izleyecek? Öyle "Şeker Kız Candy", "Heidi" falan yok artık; onlar nostaljik oldu. Bizde "Şirinler" adıyla gösterilen çizgi filmin ABD'de komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yasaklandığını duymuştum. Kimi İslami kanallarımızda da Müslümanlaştırılmış biçimi gösteriliyormuş. Bunu da kendim görmedim, duydum. CNBC-e, bütün filmleri, dizileri, altyazıyla yayımlıyor; göstereceği filmleri İngilizce adlarıyla sunuyor, hatta kimi zaman filmin özgün adı İngilizce olmasa bile. Altyazıya bir şey demiyorum; filmin özgün seslerini duymak, sorunlu Türkçe seslendirmelerden daha iyi olabilir. Üstelik çeviri hataları bile daha az etkili olabilir altyazıda; ancak hiç değilse filmlerin adlarını Türkçeleştirmek konusunda bir titizlik gösterilmesini beklemek hakkımız olmalı. Nickelodeon adı verilen kuşakta yayımlanan çocuk çizgi dizilerinin adları da Türkçeleştirilmiyor. İşte o dizilerden bir demet, yayımlandıkları adlarla: Rugrats, My Life as a Teenage Robot, The Wild Thornberrys, Jimny Neutron, Hey Arnold, Catdog, Rocko's Modern Life, Spongebob Squarepants, As Told by Ginger, All Grown Up, Angry Beavers...
9 Şubat Perşembe
Yorum yapmayacağım. "Millet nedir?" sorusuna verilmiş bir yanıtı aktaracağım yalnız: "Millet ne coğrafi, ne ırki, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Millet lisanen müşterek olan, aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep harsi bir zümredir. Milliyette secere değil yalnız terbiye aranır.Bir ferd hangi cemiyetin terbiyesini almışsa onun mefkûresine çalışabilir." Bugünkü dile rahat bir çeviri ile şu denmiş: "Ulus, coğrafyayla, ırk ya da siyasetle belirlenmediği gibi, iradeyle de oluşturulmaz. Ulus, dil bakımından ortak olan, aynı eğitimden geçmiş bireylerin oluşturduğu kültürel bir topluluktur. Ulusta soy sop değil, yalnız (ortak) eğitim aranır. Bir kişi, hangi toplumun eğitimini almışsa onun ülküsü (idealleri) için çalışabilir." Son tümcesi için aldım alıntıyı buraya. Bu sözleri söyleyen kim dersiniz? Ünlü "Türkçü" Ziya Gökalp. "Damarlarınızdaki asil Türk kanı, sizi yabancı etkilerin tümünden korur." demiyor; "Hangi toplum tarafından eğitilmişseniz onun amaçlarına hizmet edersiniz." diyor. Bunca İngilizce yayın, çocuklarımız küresel bilim dünyasının dışında kalmasınlar diye mi yapılıyor? Türkiyeli gariban çocuklar eğlensinler, mutlu olsunlar diye mi? Bu bir "terbiye" işte! Hem de yumurta ve limonla yapılmayanından. Etkisi yeni yetişen kuşaklarda görüldüğünde geri dönüşü olmayacak bir "terbiye"!
11 Şubat Cumartesi
Asla yer almaması gereken bir ağızdan dökülmesiyle gündeme gelen "lan", "oğlan" sözcüğünden değişerek oluşmuş bir sözcük. "Oğlan"dan "ulan", "ulan"dan "lan"... "Lan"ın kökeni böyle. Gündeme gelişi ise çocuklukta alınan eğitimin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösteriyor. Kötü eğitim, üstünü yaldızla, cilayla, boyayla ne kadar kapatmaya çalışsanız da bir yerlerden sırıtıp çıkıveriyor işte. Hani duvarınızdaki lekelerin üstünü badanayla örtmeye uğraşırsınız da duvar, içine işlemiş o alttaki lekeyi "kusar". Böyle oluyor. Başbakan bile olsanız ağzınız "ananı..." diye başlayan küfürler etme alışkanlığındaysa onu denetim altına almayı başarıp, "Ananı al, git." diye yuvarlasanız da "lan" dökülüveriyor kendiliğinden. feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - Yıldız 80750 / İstanbul
23.02.2007

Feyza HEPÇİLİNGİRLERTürkçe Günlükleri
12 Şubat Pazar
M. Oktay Gültekin'den çok güzel bir mektup almıştım. Özel olarak yanıtlamak istemedim; çünkü çok dertli olduğumuz bir konuyu içeriyordu. Aldığım yeni bir mektup o konuyu tartışmaya açmamı zorunlu kılıyor artık. Prof. Dr. Asuman Ü. Müftüoğlu, "Dil kurallarını Batı'dan aldığımız kelimelere de uygulamalı mıyız?" diye can alıcı bir soru soruyor: Sayın Müftüoğlu tıp terimlerindeki çelişik kullanımlardan örnek vermiş. Hekimlerin "gripal infeksiyon" dediği şeye son zamanlarda "gribal infeksiyon" denmesi yanlış sayılmalı mı, sayılmamalı mı? Türkçede sözcük sonundaki sert ünsüz, ünlüyle başlayan bir ek aldığında yumuşar. Bu yüzden "Gripe tutuldum" değil, "Gribe tutuldum"; "mikropik" değil, "mikrobik" diyoruz. Örneğin tıpta "gangren" olan sözcük yazım kılavuzlarımızda çoktan "kangren" oldu. İşte buradan başlayarak konu genişliyor ve genelleşiyor. Bu noktadan Sayın Gültekin'in Fransızca asıllarından farklı söylenen ve yazılan sözcüklere değinen mektubuna geçebiliriz. "Program" yerine "por'ram", "paragraf" yerine "par'raf", hatta "folklor" yerine "folklör" denmesi hiçbir tereddüde yer bırakmayacak kadar yanlış; peki Fransızcası "virtüoz" olan sözcüğün dilimizde "virtüöz" biçimini almasına karşı çıkacak mıyız? Bu sözcükteki değişim, büyük ünlü uyumunun gereği çünkü. Hoş, bu uyumun dışında kalan bütün yabancı sözcüklerde uygulamıyoruz kuralı. "Doküman"ı doğru, "döküman"ı yanlış sayıyor yazım kılavuzlarımız. Fransızcaları "detektif, detektör, detantör" olan sözcükleri biz alıp "dedektif, dedektör, dedantör" yapmışız. Çünkü dilimizin temel kurallarından "sert ünsüz yumuşaması" işlemiş burada. Tartışılması gereken tam olarak bu. Türkçenin kurallarını dışarıdan (Doğu'dan ya da Batı'dan) alınan sözcüklerde hiçbir tereddüde kapılmadan uygulamalı mıyız? Uygulayabilir miyiz? Bu kadar kararlı davranıp "Bizim dilimizin kuralı budur. Kusura bakmayın. Sözcüğü sizden aldık; ama kendi dilimizin kurallarına uydurarak kullanacağız." diyebilir miyiz? İngilizceden gelen yeni sözcükleri dilimize uydursak dünya dili saydığımız İngilizcenin dışına düşeceğiz, uydurmasak kendi dilimizin yabancılaşmasını, İngilizceleşmesini önleyemeyeceğiz. Eskiden Arapça ve Farsça bilmeden Osmanlıca yazamadığımız gibi, şimdi de kendimizi İngilizce bilmeden konuşamaz ve yazamaz konumuna getirdiğimizin farkında mıyız?
13 Şubat Pazartesi
Bugün Milliyet'in "Kitap" eki için Çırağan Sarayı'nda bir toplantı vardı. Milliyet'in ekinden de öteki gazetelerin çoğunun kitap ekleri verdiğinden de haberim olmadı. Yalnızca Evrensel'inkini biliyordum. Onu bilmem de benden yazı istenmesi yüzünden. "Popüler olmak isteyen yazar adayına öneriler" diye başladım yazmaya; ama o kadar bereketli bir konuymuş ki yazdıkça arkası geldi. Dizi yazı haline bile dönüşebilir; alaycı ve şakacı bir dizi. Yazarken beni pek eğlendiriyor ya umarım genç yazar adayları ciddiye alıp uygulamaya kalkmaz. Bu arada... Gazetelerimize ne oldu ki hepsi birden kitap eki vermeye başladı? Neyse... Filiz Aygündüz arayınca heyecanlandım. Toplantıya katılabilmek için kendi programımda bir-iki küçük değişiklik yapmam gerekiyordu; hiç tereddüt etmeden yaptım bu değişiklikleri. Kadın yazarların bir araya geldiği pek sık rastlanan bir olay değildir çünkü. Kimler yoktu ki! Yalnızca Elif Şafak ve Birhan Keskin'le daha önce yüz yüze tanışmamıştım. Gülten Dayıoğlu bilinen yüce gönüllülüğüyle oradaydı. (Bu araya onu da sıkıştırmazsam çatlarım: Niye "alçakgönüllülük" diyoruz? "Yüce gönüllülük" daha güzel değil mi?) Pınar Kür'ü, Ayvalık bağlantısı nedeniyle çoktandır hemşerim sayarım. Nihal Yeğinobalı'yla birkaç kez karşılaşmışlığımız var. Şebnem İşigüzel'le de görüşmüşlüğümüz pek az. Oysa İnci Aral'la '80'lerin başından beri tanışırız. Yazmaya değilse de yayımlamaya başlamamız aynı yıllara rastlar. Feride Çiçekoğlu'yla ad akrabalığımız var. Adlarımızın F ile başlamasından ve soyadlarımızdaki ç ve i bolluğundan olmalı. Benim bir adımın da Feride olduğu bilinse daha çok karıştırılırız herhalde. Füruzan meydan okuyan güzelliğiyle, Sema Kaygusuz kendine güvenli duruşuyla oradaydı. Lale Müldür, masada konuşulan her sözün doğal muhatabı saydı kendisini ve herkese cevap yetiştirmekten yorgun düştü. Ayşe Sarısayın'a bakarken Behçet Necatigil'in kızı olarak sunulmanın, taşınması zaman zaman ağırlaşan bir yüke dönüşebileceğini düşündüm. Tıpkı Elif Şafak'ın azıcık kambur duruşunun, tepeden bakıyor görüntüsünü biraz azaltmak için olabileceğini ya da Aslı Erdoğan'ın soğuk ve uzak duruşunun, içedönüklükten olabileceği gibi, kibirden de olabileceğini düşünmem gibi. Milli Eğitim Bakanlığı'nın açtığı "Türkiye Kitap Okuyor" kampanyasını konuşmak için toplanmışız. Ne derece verimli geçtiği, konuşulanlar yazıya döküldüğünde anlaşılacak.
14 Şubat Salı
Trene binmeyeli yıllar, yıllar olmuş. En son Belçika'dan Hollanda'ya trenle geçmiştim. Dünya Öykü Günü için Başkent Ekspresi ile Eskişehir'e gidiyoruz. Çünkü 14 Şubat yalnız Sevgililer Günü değil; aynı zamanda Dünya Öykü Günü de. Geçen gidişimde bayıldığım Eskişehir'e bu kez kızımla birlikte gidiyorum. Beş buçuk yıl yurtdışında yaşadıktan sonra kendi ülkesindeki olumlu gelişmeleri ona göstermek ve yaşayabileceği kültür şokunu hafifletmek annelik görevlerimin arasında. Ayrıca öykü hakkında konuşacak olmak da sevindirici. Dilci olmaktan çok, edebiyatçıyım çünkü. Oysa son on yıldır hep Türkçe için koşturuyorum.
Yine 14 Şubat Salı
Edebiyatçılar Derneği adına etkinliğin tüm sorumluluğunu taşıyan Zehra Çam'dan önce, daha önceki gelişlerimden kazandığım dostlar Mediha Hanım ve Yalçın Bey karşıladılar bizi. Eskişehir'in Kanal A'sı için çektiğimiz Türkçe söyleşisi 26 bölüm olmuş ve yeni yayın döneminde yayımlanacakmış. Benim için üç CD'de toplamışlar 26 bölümü. Kapağında da fotoğrafım olan CD'leri görünce yeni albüm çıkarmış pop sanatçısı gibi hissettim kendimi. Saat 19.00'da başlayacak etkinlik. O zamana kadar otelde biraz dinleneceğiz. Heyecanlı mıyım? Yok. Zehra Hanım kadar değil. feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - Yıldız 80750 / İstanbul
02032006

Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
16 Şubat Perşembe
Önceki gün Eskişehir'de, Dünya Öykü Günü kutlaması çerçevesinde konuştuktan sonra kızımla birlikte Ayvalık'a geçtik. Çok nitelikli bir dinleyici kitlesine konuşmanın zevki yanında, genelde edebiyatın, özelde öykünün güzelliğinden konuşmak çok hoştu. Edebiyat konuşmayı özlemişim. Diz boyu kar vardı Eskişehir'de. Karsız görünen yollar, bastıkça çıtır çıtır kırılan cam gibi bir buz tabakasıyla kaplıydı. Ayvalık da soğuk; ama kar buz yok.
17 Şubat Cuma
Milliyet Kitap'ın toplantısında Füruzan anımsatmıştı "oldukça" sözcüğünü. Daha önce "Dilbilgisi" kitabında ve galiba "Dedim: Ah!"ta da yazmıştım; ama Füruzan'ın hatırı için bir kez daha vurgulayacağım. Çok yakın zamana dek, "yetecek kadar, epey, hayli" demekti ve abartma anlamı taşımazdı bu sözcük. "Oldukça iyiyim" tümcesinin anlamı, "Fena sayılmam"; "oldukça büyük" sözünün anlamı, "küçük değil, küçükten az daha büyük" demekti. "Çok, aşırı, fazlasıyla" anlamında kullanılması yenidir ve elbette başka pek çok yanlış gibi, televizyonlar tarafından yaygınlaştırılmıştır. "Oldukça şık" olduğu söylenen hanıma bakıyorsunuz, daha şık olunamaz. "Oldukça eğlendik." dendiğinde çılgınlar gibi eğlenmiş oluyorlar. Bu kullanım ısrarı sürerse sözlüklere sözcüğün abartılı çokluk anlamının da yakında eklenmesi gerekecek. O toplantıda yanlış kullanıldığına değinilen sözcüklerden biri "keyif"ti ki günlüklerde "zevk" anlamında ve bu kadar yaygın kullanılmasının gerekmediğine yakın zamanda değinmiştim. "Açıkçası" sözcüğüne dikkatimi çeken Ayşe Sarısayın oldu. Neyin açıkçası? Orada fazladan bir iyelik eki var. "Açıkça" demek yeter. Bir de "detay" var. Yönümüzü doğudan batıya çevirirken Türkçe üzerinde kısa bir mola bile vermediğimizi gösterir gibidir bu sözcük. Arapça "teferruat"tan Fransızca "detay"a doğrudan sıçrama! Sözcüğün Türkçesi "ayrıntı"yı sanki doğudan batıya zıplamak için atlama tahtası olarak kullanmışız.
19 Şubat Pazar
İİzmirli şair dostların kitaplarını getirmiştim yanımda. Sırasıyla onları okuyorum. Fergun Özelli'nin "Kilitli Defter"i, eskilerin "mensur şiir" dedikleri düzyazı biçiminde yazılmış şiirlerden oluşuyor. Her ne kadar yeni şiirimizde ölçü, uyak çoktan rafa kaldırılmışsa da tümüyle düzyazı biçiminde yazmak ve yine de şiiri yakalamak pek kolay olmasa gerek. Ben en çok şiirleri bitirişini sevdim Özelli'nin, bir de şiirlerinin adlarını. Şairinin yazımına bağlı kalarak, küçük harflerle: rüzgârını kendin yarat; pıhtı, sabır ve kader; yanık su senfonisi; bulut üstü... Şiirin adının da şiir olması gerekir, öyle değil mi? Kitaba adını veren "kilitli defter" şiirinin bitişi şöyle: "sonra düş girmiş işin içine. bana aşkını itiraf eden cesur kadın, menekşelerle sevişiyormuş ıssız evinin en kuytu köşesinde. üstelik oğlunu gelinine gömmüş ağlayarak, küçük harfli türküler söylüyormuş kilitli defterinde."
21 Şubat Salı
Çamlıca - Bulgurlu taraflarında bir sokak: "Haminne Çeşmesi Sokağı". Türkçenin saraylı geçmişinde beyaz başörtülü, nur yüzlü bir yaşlı kadın: "Haminne". Öylece oturur durur. Ne arayanı kalmış ne soranı.
22 Şubat Çarşamba
Hüseyin Yurttaş son yayımlanan kitaplarını göndermişti; dalgınlığına gelmiş olmalı, ikinci kez gönderdi. "GDO Ülkesi" roman. GDO, Genetiği Değiştirilmiş Organizma'lar demek. Bir gençlik romanı gibi duruyor. Genetik alanında masum gibi görünen çalışmaların, amacından sapması durumunda neler olacağını düşünmek ürkütücü. Genetiğiyle oynanan organizmalardan ne türde yaratıklar çıkacak? Bunlar dünyanın başına bela olmayacak mı? Anılarını, anımsamalarını çok sıcak bir dille anlattığı kitabın adı "Özgürlük Çiçekleri". Çocukluk ve okul anıları, utanılmayan, hatta neredeyse övünülen köylülük, öğretmenlik yaşantısından akılda kalanlar, fıkralarla, şiirlerle süslenmiş yazılar; kimi deneme tadında, kimi öykü sıcaklığında... Kendisi bilmez; ama Hüseyin Yurttaş'ın şiirindeki gövermeyi (nedense içimden böyle demek geldi) an an takip edenlerden biriyim. "Ra" Yurttaş'ın son şiirlerini topladığı kitap. Kitaba adını veren Ra, çapraz bulmacalarda "Bir Mısır tanrısı" diye sorulan Ra'dan başkası değil. Bu yüzden, "seni mısır'dan çekip alıyorum / ışığın artık benimle ey ra! / ve yemin ediyorum / yokluğunu bile bile / bütün bulmacalarda / ben de seni soracağım / ne zaman iki harflik bir yer kalırsa" diyor "Ra" şiirinde Hüseyin Yurttaş. "Ç" sesinin yinelendiği, "Çıvgın ıslıklarla / bir çığlık koparıp çığ düşen gecede" gibi aliterasyonlu, "durduk yerde demokrasiye geçiyorum: / rap rap rap! / ra!/ rauf'la refet çoktan kayıp / yine ortalık toz duman / ve sanki araf!" gibi ironik dizelerle şiir tadını doyasıya yaşatan bir kitap olmuş "Ra". Kitabın son bölümündeki şiirlerin tek hecelik adları da şiirsel bir tümce oluşturmakta: de-ki-es-ra-ya-ak-sa-su-gül-se-gü-neş-öz-gür-ce. İçlerinde bana en çok dokunanı "ya" adını taşıyan şiir oldu:
"yavrum, meçhulüm benim, yanılsamam öpüşüm usul bir kanamadır yaktığı yanaktadır dövmesi incenik gülümseme el salla ba/bana
küçüğüm, biriciğim bakma benim kırık özlemime dünya kötü, dünya zavallı dünya haydutların elinde çok şükür sen de gelmedin ya!"
feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı-34349 Yıldız /İstanbul
09032006


Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
25 Şubat Cumartesi
Gaziantep'ten az önce döndüm. Özel Sanko Okulları'nda konuşmak için gitmiştim. Konuştum, gezdim, bakırlar aldım, yedim, içtim; bakırların yanı sıra iki günde en az iki kilo da alıp döndüm. Antep yemeklerinin ünlü lezzeti, Anteplilerin konukseverliğiyle birleşince sonuç böyle oluyor. Okulun edebiyat ve Türkçe öğretmenleri tarafından ağırlandım. O kadar can insanlardı ki onlarla tanışmak, bütün yorgunluğuma değdi. Kendi kentlerini gündeme getirdiği için Gazianteplilerin "Yabancı Damat" dizisini sevdiklerini sanırdım. Sevmiyorlarmış. Zaten orada çekilmiyormuş dizi. Arada, Gaziantep Kalesi'nin ve aslında otel olan evin sabit görüntüleri kullanılıyormuş. Kibar, nazik, görgülü Yunanlıların karşısında Anteplileri şaşkın, cahil, yemek yemesini bile bilmeyen, ağzını şapırdatarak, döke saça yemek yiyen, görgüsüz kişiler olarak göstermelerine sinirleniyorlarmış hatta. Bunu havaalanında uçağı beklerken öğrendim.
27 Şubat Pazartesi
Türk Silahlı Kuvvetleri, benimsediği ve koruyup kollamakla kendini görevli saydığı Atatürk ilkeleri gibi, Türkçeyi de gözetmiş; daima Türkçeden yana tavır almıştır. "Miralay"ları albay, "mülazım-ı evvel, mülazım, mülazım-ı sani"leri asteğmen, teğmen, üsteğmen yapan anlayıştır bu. Her zaman pırıl pırıl bir Türkçeden yana olan anlayıştır. Peki, ne oldu da bu anlayış değişti? Orduevlerindeki dil, niye bu kadar yabancılaştı? Düne kadar "tek kişilik oda, çift kişilik oda" deniyorken bugün niye "single room, double room" denmeye başlandı? Askerler ve aileleri dışında sivillerin giremediği orduevleri turistik amaçlara mı hizmet ediyor artık? Amerikalı subayların kendilerini evlerinde hissetmeleri için mi bu kadar çok İngilizce var? "Fast food"la her yerde karşılaşıyoruz; biliyorum; ama orduevlerindeki kocaman FAST FOOD yazısı başka yerdekilerden daha çok, içini acıtmıyor mu insanın? Niye "roof bar", niye "loby"? İşte bir uyarı: "Saygıdeğer Konuğumuz, Yanınızda nakit para ve değerli eşyalarınızı resepsiyona başvurarak 'Safe Box'larımızda gönül rahatlığıyla muhafaza edebilirsiniz." Türk Silahlı Kuvvetleri'nin orduevlerine yakışmıyor bu dil, hiç yakışmıyor.
1 Mart Çarşamba
Hüseyin Yurttaş'la Hidayet Karakuş (ikiz değilse de) kardeş gibiydi. İzmir'den hep öyle anımsıyorum onları. Umarım o sıcak dostlukları hâlâ sürüyordur. Hidayet Karakuş'un "Sesini Bana Bırak" (Bilgi Yayınevi) adlı şiir kitabının sonunda, birbirleriyle şiir üzerine yaptıkları bir konuşma yer almış. Çok ilginç değinileri var ikisinin de. "Şiirde anlatımı, senin deyiminle 'düzayak' kılan, 'sıfatlar, betimlemeler' değil, fiillerdir, fiilimsilerdir. Bunun yanında devrik cümle kurmanın da düzyazıdan kaçmakta yeterli olmadığı ortadadır. Şiirde sözcükleri imge düzlemine taşıyamıyorsak işimizi iyi yapamıyoruz demektir. Şiirde öykülemeden (tahkiye) de yararlanmaktan çekinmemek gerekir. Yalnız burada bıçak sırtı bir durum söz konusudur. Şiirin öyküye sınır tecavüzünü engellemek gerekir" diyor Hüseyin Yurttaş. Hidayet Karakuş da Türkçe konusunda duruşunu şöyle anlatıyor: "Arı duru bir Türkçeden yanayım elbette. Türkçenin anlatım olanaklarını geliştirmek, genişletmek Türkçe yazan ozanın, yazarın görevidir. (...) Dergilerde yabancı dilden dizelerden oluşturulmuş şiirler görüyoruz. Bu bilgiçlik değilse aymazlıktır. Bilgiçlik sanatçının çoktan aşması gereken bir duygu olmalı. Aymazlıksa bağışlanmaz." Karakuş'un şiiri, bu söylediklerini doğruluyor: "adı aşk olmasın / aşınıyor durmadan sözcükler / içi boşalmış peteklerin / dudaklarda bıraktığı / umutsuz tat". Hidayet Karakuş'un şiiri, beğenilmek için çaba gerektirmeyen şiirlerden.
2 Mart Perşembe
Küçüğü noktalıdır; ama büyüğü noktasız yazılır: J ve j. Büyüğüne nokta koymak yanlış.
5 Mart Pazar
Demir Özlü, roman ve öykülerinde kendisini gizlemeye çalışmayan bir yazar. İmge Kitabevi Yayınları'ndan çıkan "Dalgalar" adlı romanında da kuzeydeki soğuk kent Stockholm'de yaşayan roman kahramanı, beyaz saçlı, güler yüzlü adam, "Benim ben! Tanımadınız mı?" diye sanki el sallıyor okura. Stockholm'den başka İstanbul var, Burdur var, bir ara New York, daha çok Güneydoğu Asya: Krabi, Phuket, Bangkok... "Dalgalar" gezi kitabı gibi.
6 Mart Pazartesi
Çok güzel Türkçe kitapları yayımlanıyor. Kerim Evren'in "Güncel Örneklerle Medyada Dil Yanlışları" (Alfa Yayınları), İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde vermekte olduğu "Yazılı Medyada Söylem ve İçerik Çözümlemesi" dersinin notlarından oluşmaktaymış. Özellikle iletişim öğrencileri için çok kullanışlı bir kitap; çünkü yanlışlar, konunun içeriğine göre sınıflandırılmış.
Raşit Keskin'in "Türkçe Dil Bilgisi ve Kompozisyon Bilgileri" (Çizgi Kitabevi Yayınları) liseler ve üniversiteler için ders kitabı, Türkçe konuşan herkes için temel bir başvuru kitabı niteliğinde. "Dil bilgisi" diye, iki ayrı sözcük olarak almış sözcüğü sayın Keskin. Çünkü Türk Dil Kurumu böyle yazılmasını öneriyor. Yalnızca TDK böyle öneriyor ama. Genel eğilim "dilbilgisi" diye yazılmasından yana. Batı dillerinde "gramer" diye ifade edilen tek kavramın karşılığı olduğu gibi, "dil bilme, birkaç dil bilme, yabancı dil bilme" gibi kullanımlarla anlam farkını vurgulamak için de böyle yazılmalı.
feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
16032006
Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
10 Mart Cuma
Vakıf Haftası, Orman Haftası, Yeşilay Haftası varken emekçi kadınlara tek günün ayrılması biraz haksızlıktı doğrusu. Yalnız bu kadar da değil; müzeler, kütüphaneler, sakatlar, trafik, turizm, sağlık, verem - savaş... Daha nelerin nelerin haftası var! Kadınların da bir haftayı hak edecek kadar hükmü olmalı. Günün haftaya yayılması iyiydi de benim oradan oraya haldır haldır koşturmam o kadar iyi olmadı. Üstelik, her çağırana, "Kadın olmaya kadınım; ama kadın konusunda bir araştırmam, incelemem yok. Benden daha yetkin, kadınlık üzerine çalışmalar yapmış nice değerli kadın var. Onlar size daha yararlı olur." dedimse de dinletemedim. 8 Mart sabahı, Beşiktaş Belediyesi ile Cumhuriyet Kadınları'nın birlikte düzenledikleri, Akatlar Kültür Merkezi'ndeki etkinlikte konuştum. Aynı günün akşamında Eğitim-Sen üyesi kadın öğretmenlere seslendim. Bugün Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Küçükçekmece Şubesi'nin düzenlediği panelde konuşacağım, yarın Çorlu'ya gideceğim. Hadi hayırlısı!
12 Mart Pazar
Bütün okullarımız yapabilir bunu. Devlet okulları biraz zorlanır; ama özel okulların tümü yapabilir. Görüyorum, 15. 00 ­ 15. 30'dan başlayarak öğrenci servisleri yollara dökülüyor. Oysa o saatten akşama kadar yıl var daha. Neler yapılır neler! Victor Hugo mudur, "Bir insanı eğitmeye büyükannesinden başlayınız." diyen? Çorlu Gürsoylar Koleji, öğrencileri etkinleştirmekle yetinmemiş, velileri de harekete geçirmiş, özellikle kadın velileri, anneleri. Her yıl 8 Mart haftasında bir dizi etkinlik düzenleniyormuş okulda. İstanbul'dan yazarlar, şairler geitiriliyor, söyleşiler yapılıyor; çeşitli konular konuşuluyor, tartışılıyormuş. Dün benim konuşmam, bu yılki etkinliklerin sonuncuydu. Öğrenci velisi kadınlar, her yıl yazılarını, şiirlerini, öykülerini kendilerinin yazdığı bir dergi çıkarıyorlar. Deneyimlerini paylaşıyorlar, önerilerini sunuyorlar. Her yıl güzel sanatlar sergisi açıp yapıtlarını sergiliyorlar. Her yıl düzenli olarak tiyatro çalışıyorlar; bu yıl bir değil, iki oyun koymuşlar sahneye. Müzik koroları var, her yıl düzenli olarak konserler veriyorlar. Böylece veli toplantılarına çağrıldıkları zaman okulun kapısını çalan değil, her an okulda olan, okulu çocuğuyla birlikte, belki ondan daha çok benimseyen veliler çıkıyor ortaya. Ayrıca okul, okul olmakla yetinmiyor; toplumsal yaşantının göbeğinde yer alarak kültür merkezi görevi de üstleniyor. Olmaz mı? Yapılamaz mı? Gürsoylar Koleji yapmış. Darısı öteki okullarımızın, kolejlerimizin başına.
Yine 12 Mart Pazar
Muzaffer Oruçoğlu'nun kitapları bana daha önce de hediye edilmişti. Hiçbirinin kapağını açmadım. Tohum Kitabevi'nin sahibi Ayhan Oruçoğlu, yazarın yeni kitaplarıyla birlikte, resimlerinden oluşturulmuş
"Bütün Dünya Evim" adlı Türkçe - İngilizce albümü de hediye edince çok mahcup oldum. Kitapları hâlâ okuyamadım; ama albüme hemen baktım. Hem çok kolaydı bakmak, hem de çok zevkliydi. Oruçoğlu, kendini bir de bu alanda denemek isteyen amatör biri değil; tarzını oluşturmuş, profesyonel bir ressam. Avustralya'da yaşıyormuş; ama besbelli gönlü bizim buralarda. Dünyanın hemen her yerinde sergilenmiş resimler bunlar; ama Avustralya'nın Melbourne kentinde açılan ilk büyük serginin adı, bütün resimlerin ana izleğini oluşturmaya devam ediyor: "Kadınlar ve Anadolu".
13 Mart Pazartesi
Müzeyyen Senar, Okan Bayülgen'e, "Canlı performans" yazısını gösterip sormuş "Bu ne demek?" diye, Ben görmedim, öyle dediler. Nedir gerçekten? "Performans" ne demek? Her niyete yenen bir çeşit muz mudur "performans"? Bir de "sinerji"yi çok merak ediyorum. "Bir sinerji yaratalım." diyenler ne kastediyor? Yalnızca yaratılmasından söz edilen, yaratıldığını görmediğimiz bu "şey" neye benzer; yenir mi, içilir mi; ne işe yarar?
14 Mart Salı
Agarta yayınlarından üç kitap... Safai'den bir derleme: "Öykülerde Sûfîler Sûfîler'den Öyküler" (iki cilt) ve Safai'den bir çeviri: "İncil'in Zen Gözüyle İrdelenişi". Nasıl özenli, nasıl pırıl pırıl bir Türkçe! Görmelere layık. Birbirinden güzel öykülerden hiç olmazsa birini almalıyım buraya: "Hasan-ı Basrî, haftada bir gün, söyleşmek için izdeşleriyle (müridleriyle) bir araya gelir; ama dinleyiciler arasında Rabia Hatun bulunmazsa, konuşmadan inerdi kürsüden aşağı. Orada bulunanlardan biri, Basrî'nin bu tutumunu eleştirdi bir gün: 'Onca saygın insan seni dinlemek üzere toplanmışken kocakarının biri aramızda yer almadığı için susman hakça mıdır?' Yanıtı şu oldu bilgenin: 'Ya fil midesini göz önünde tutarak pişirilen aşı, ezilen şerbeti, karıncaların bağrına dökmek hakça mıdır?'" Kitapların imzasında dendiği gibi: "Bir de böyle bir İslam varmış meğer. Bizden gizlemişlerdi." Bize yasaklarla, günahlarla, korkutmalarla dolu bir din sundular. Böyle bir İslam'ı gerçekten gizlediler bizden. Hâlâ da gizliyorlar.
feyzahepgmail.com
Yıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
23032006


Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
15 Mart Çarşamba
Emeklilerin KDV fişi toplama işkencesine son verildi; ama çalışanlar hâlâ fiş toplamak zorundalar ya, ben de bugün market dönüşü, aldıklarımı buzdolabına yerleştirdikten sonra, alışveriş fişine bir göz atmaya kalktım. Aman aman! Meğer neler almışım ben!
PIRASA PAKETPORTAKAL WASHINGTONHIYAR LUXSALATA KIVIRCIKSOĞAN TAZEKABAK SAKIZ LUXLAHANA KIRMIZI
Sebzelerimizle meyvelerimize neler olmuş böyle? Ne zaman baş aşağı geldi bunlar? "Taze soğan, kırmızı lahana, kıvırcık salata" niye tersyüz oldu? "Portakal Washington"a ne demeli? "Vaşington" olsa portakalın adı ABD'ye hakaret kapsamına mı girer? Çok "lüks" hıyarlarımız vardı zaten. "Hıyar"ı bir de "lux" yapmak niye gerekti? "Migros" da büyük harflerle yazılınca "MIGROS" olmuş. Ee, tabii, onun yanında "Türk" değil "TURK" iyi durur; öyle de olmuş. Fişin üstünde bunlar yazıyor: "MIGROS TURK T.A.Ş." Bir kere, büyük harflerle yapılan kısaltmaların arasında nokta kullanılmaz. Bizim alfabemizde noktalı yazılan bir büyük i (İ) harfimiz var. Bunu noktasız yazmak da nereden çıktı? Alfabemizi de mi unuttuk? Kendi adımızı TURK diye yazmak onursuzluk değil mi? Hani dünyaya "Turkey" değil, "Türkiye" dedirtmeye çalışıyorduk! "Turka"lar "Turko"lar yetmedi, şimdi bütün "Türk"ler "Turk" mu olacak? İngilizcede olmayabilir; ama bizde İ ve Ü harfleri var. Alfabemizde yer almayan W'leri, X'leri kullanırken hiç duraksamayanlar kendi harflerimizi kullanmaktan utanıyorlar mı? Niye vazgeçiyoruz harflerimizden? Harflerimizden mi vazgeçiyoruz; yoksa asıl vazgeçtiğimiz kendimiz miyiz?
17 Mart Cuma
Umuttepe'deki yeni yerleşkesine henüz yapılma aşamasındayken gitmiştim. Tıp fakültesiyle birlikte üniversite hastanesi de oraya taşınınca canlanmış Umuttepe. Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi ile Türk Tabipleri Birliği Kocaeli Tabip Odası 14 Mart Tıp Bayramı'nı bir haftalık etkinlik programıyla kutladı bu yıl. Sonuncu konuşma bugün benimkiydi. Tıp bayramı nedeniyle konuşacaksam tıp Türkçesine değinmeliyim, diye düşünerek, elimin altındaki ilaç kutularına davrandım hemen. İlk kutudan okuduğum ilk tümce şu oldu: "Ksilometazolin, alfa adrenerjik reseptörlere etki eden bir sempatomimetiktir." Neymiş? Anlaşılmadı mı yoksa? Bu, bir burun damlası. Yanında bir kutu da ağrı kesici, ateş düşürücü ilaç var. Bunun yan etkileri anlatılmış "prospektüs"ünde: "Uzun süreli kullanımda nadir durumlarda hemalitik anemiye bağlı trombositopeni, nötropeni, pansitopeni tanımlanmıştır. Merkezi sinir sistemi stimülasyonu, kalp aritmileri, ensefalopati gibi yan etkiler meydana gelebilir." İlacı içtikten sonra yamulup kalsak doktordan bir de azar işitebiliriz: "Kardeşim, yazıyor içinde yan etkileri? Okumadın mı?" Okuduk okumasına da anladık mı? Önemli olan o. Tıp fakültesindeki herkes bunları benden daha iyi bilir. Onlara ilaç kutularında neler yazdığını anlatmaya kalkmamalıyım, diye düşünüp vazgeçtim prospektüslere değinmekten. Sonra bir de baktım ki tıp dilinin anlaşılmazlığından onlar benden daha dertli. Üstelik yalnız dertlenmekle kalmamışlar Prof. Dr. Emin Sami Arısoy başkanlığında Türkçe Tıp Dili Kurulu oluşturmuşlar. Bu tıp bayramını bir kitapçıkla karşılamayı da başarmış kurul: "Türkçe Tıp Dili Kılavuzu". Halktan kopuk bir tıp dilinin örneklerine tanıklık etmiş kişiler onlar. Konunun içindeler. Bugün anlatılan öykülerden biri çok acıklıydı örneğin. Aile, Tıp Fakültesi Hastanesi'nde yatırdıkları bebeklerinin durumunu merak ederek telefon etmiş. "Sizin bebek eks oldu" demiş hastane yetkilileri. "Eks olma"yı, "hasta olma, nezle olma, grip olma" gibi bir şey sanmış olmalı aile, ertesi gün yeniden telefon etmiş: "Bizim bebek dün eks olmuştu. Bugün nasıl oldu acaba?" Bu kılavuzun yanında daha neler neler yayımlamış Kocaeli Üniversitesi. Bir çanta dolusu armağan kitapla döndüm İzmit'ten. 17 Ağustos 1999'da yaşanan büyük depremin unutulmaması ve bu felaketten gereken derslerin çıkarılması için hazırlanmış, kuşe kâğıda basılmış, ciltli, iki kocaman kitap. İkisi de 17 Ağustos'ta yitirilenlerin anısına adanmış. Biri, tanıklıklardan oluşan, "Bir Kâbusa Uyanmak", öteki tanıklıkların yanında deprem fotoğraflarına da yer veren, "Çünkü Bu Yaşananlar Nasıl Olsa Bir Rüyaydı". Şiirle ilgili iki kitap: İhsan Topçu'nun hazırladığı "Kocaeli Günümüz Şiiri Antolojisi". Tanıdık adlar da var Kocaelili şairler arasında: Cevat Çapan, Ruşen Hakkı, Afşar Timuçin, Akgün Akova... "Türkçenin Şiiri" adlı kitap ise "Türk Edebiyatında Türkçe Üzerine Şiirler" alt başlığından da anlaşılacağı gibi, Türk edebiyatında (Bu arada Azerbaycan'dan Romanya - Gagauz Türk edebiyatına kadar, Türkiye dışındaki edebiyatlarda) Türkçe üzerine yazılmış şiirleri kapsıyor. Yard. Doç. Dr. Hasan Kolcu ile Arş. Gör. Gürkan Yavaş tarafından hazırlanan kitap ilk kez yapılmış bir çalışmayı içermekte. "Ermeni Sorunu Rehberi" ve yine Yard. Doç. Dr. Hasan Kolcu'nun yazdığı "Kent Kültüründe Dil Kirlenmesi" de çantadan çıkan öteki kitaplar. Kırk bin dolayında öğrencisi olan Türkiye'nin büyük üniversitelerinden biri Kocaeli Üniversitesi. Bulunduğu kenti benimseyen, sahiplenen yayınlarıyla da büyüklüğünü gösteriyor.
feyzahepgmail.com
Yıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
30032006


Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
18 Mart Pazar
Nejat Muallimoğlu'nun "Bütün Yönleriyle Hitabet / Konuşma Sanatı" kitabı, bu konuda Türkçede yazılmış, bildiğim en kapsamlı kitap. Kitabın 7. basımı, Avcıol Basım - Yayın tarafından yayımlanmış. Yayımcı Sayın Ata Avcıol kitaba eklediği notta şunu soruyor: "Pamukkale Üniversitesi hariç, Türkiye üniversitelerinde neden 'hitabet dersi' yok?" Pamukkale Üniversitesi'nde varmış demek. O da bir şeydir. Öteki üniversitelerimizde neden yok? Yalnız üniversitelerde mi olmalı? Üniversiteye gidemeyenler güzel konuşmayı öğrenme hakkına sahip olmamalı mı? Liselerde neden yok? Bilmiyorum. Yalnız hatip yetiştirmek için değil, konuşabilen insanlar yetiştirmek için de gerekmez mi bu dersler? Konuşan değil, susan insanlar yetiştiriyoruz. Konuşmadıkları için birçok konuda düşündüklerini; ama sustuklarını sanmak çok kolaylaşıyor. Oysa konuşan, konuşabilen insan, söylemeye değer düşünceler üretmek zorunda değil midir? Üretemiyorsa ya da edinmek... Bunun için de okuması gerekir. Gazete bile olsa okumak... "Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz" demiyor muydu Uğur Mumcu?
20 Mart Pazartesi
Mahmut Sarı ve eşi, benim eski okulum Buca Eğitim Fakültesi'nde piyano öğretmeni olarak görev yapıyorlar. Emekli bir edebiyat öğretmeninin Şopen'e, (Chopin) "şohben" demesinden duydukları rahatsızlıkla günlük yazışmalarda yabancı besteci adlarının Türkçe okunduğu gibi yazılıp yazılamayacağını sormuşlar. Bu konudaki yazım kuralı, Latin alfabesi kullanmayan ülkelere ilişkin kişi ve yer adlarının okunduğu gibi, Latin alfabesi kullanan ülkelere ilişkin özel adların ise özgün biçimiyle yazılması gerektiğini söyler. Ben de öğrencilerime bu kuralı her anlattığımda, yıllar yılı, haksızlık karşısında duyduğuma benzer bir tedirginlik duyarım hep. Böyle yapmak zorunda olduğumuz konusunda birtakım gerekçeler bulurum; ama yine de "çifte standart" dedikleri şeyin örneği gibi gelir bana bu. Latin alfabesi kullanan ülkelerin çoğu batı, kullanmayan ülkelerin çoğu doğu ülkesi olduğuna göre, batıya karşı baş eğikliğimizin örneği gibi... Bizimkinden başka alfabe kullanan ülkelerle ilgili özel adları istesek de özgün biçimiyle yazamayız. Bunu söylemeye bile gerek yok. Peki, Latin alfabesi kullanan ülkeler bizim adlarımızı kendi söyleyişlerine uygun duruma getirirken biz niye yapamıyoruz aynı şeyi? Yabancı dil bilmeyen insanımızı gülünç duruma düşmekten kurtarmak elimizde değil mi? Bana sorarsanız, batılı özel adları yalnız günlük yazışmalarda değil, her yerde, her zaman, söylendiği gibi yazabilmeliyiz.
21 Mart Salı
Hüseyin Yurttaş'ın romanının adı "GDO Ülkesi"ydi. Roman başlamadan önceki sayfada Yurttaş, "Kısaltmalar" başlığı altında GDO'nun açılımını "Genetiği Değiştirilmiş Organizma" olarak veriyordu. Ayrıca bunun sıklıkla kullanılan bir kısaltma olduğunu sanıyorum; çünkü konuyla hiç ilgim olmamasına karşın ben de gazetelerde ve dergilerde sayısız kez gördüm bu kısaltmayı. Emekli Öğretim Görevlisi, Biyolog Rıza İvgen, "genetiği değiştirilmiş" sözündeki yanlışlığa değiniyor ve "genetik"in "kalıtım bilimi" anlamında, biyolojinin dallarından birine verilen bir ad olduğunu söylüyor. "Eğer bu kullanım biçimini sürdürürsek, 'kalıtım bilim dalı değiştirilmiş organizmalar' gibi anlamsız bir sözcük topluluğu ortaya çıkmış olur" diyor. Benden duyurması...
22 Mart Çarşamba
Tuğrul Keskin'in "Zifir"i, 2004 Yunus Nadi Şiir Ödülünü kazanmış bir kitap. Her birinin başına Seyit Nesimi'den bir beyitin konduğu üç bölümden oluşuyor. Beklediğimin çok üstünde sağlam bir şiir oluşturmuş Tuğrul. "Kalk" diyen ilk şiiriyle hareketleniyor yüreğiniz, kitabın sonuna kadar, uzak ve gizemli coğrafyalardan söylencelerin masalsı dünyalarına savrularak; ama hep diri, hep sağlam kalarak, gerçek bir şiir serüveni yaşıyorsunuz: "gürül gürül aşklara aç gözünü / aydın ne isyandır unuttun mu serez'in çarşısını / gediz söndürür mü amerikan yangınını / yüzün bedrettin için daha çocukken kalk / yürü acısın inciğin içindeki ilik / kalkeyhalkkalkeyhalkkalkeyhalk / değilse laleler küsecek sipil'de, kalk" diye bitiyor "Kalk" şiiri. Kitaba adını veren "zifir" sözcüğü, "Ölüm Bana" adlı şiirde de geçiyor: "(zulmün zifirini gördüm ki kandı / âşığın aşkı inkârını gördüm Hena)". Ama bu adı taşıyan bir de şiir var kitapta. "Zifir" şiirinin sonu ise şöyle: "bildim ki Hena / gezmeye her yer olur / ölmeye vatan gerek."
27 Mart Pazartesi
Perşembe günü dersten sonra doğru havaalanı... Gece uçağıyla Antalya, Antalya'dan, beni karşılamaya gelen Erten Tenderis ile birlikte gece yarısı Isparta, üniversitenin konukevi... Ertesi sabah Süleyman Demirel Üniversitesi Kitap Kulübü üyeleriyle kahvaltı, sonra tadı damağımda kalan bir Eğirdir Gölü sefası ve konferans. Katılım iyiydi, ilgi iyiydi, öğrenciler çok güzeldiler; karşılıklı olarak birbirimizden pek hoşnut kaldık. Dönüşte yine Antalya, yıllardır görmediğim okul arkadaşımda kısa bir mola ve İstanbul... Zevkli bir yolculuktu. Bu koşturmaca içinde üç günlük bir tatil yerine geçti.
28 Mart Salı
20. Ulusal Dilbilim Kurultayı bu yıl 12 - 13 Mayıs tarihlerinde Maltepe Üniversitesi yerleşkesinde yapılacakmış. Kurultaya bildiriyle katılma süresi mart başında sona ermiş. Bildirisiz, dinleyici olarak katılmak isteyenler ayrıntılı bilgiyi www.maltepe.edu.tr adresinden edinebilirlermiş. Yusuf Çotuksöken söyledi.
feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
06042006


Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
30 Mart Perşembe
"- Siz 'akıl hastalarının resimlerinin analizi' konulu çalışmalar da yaptınız.-
Evet, doktora tezimdi bu. Gerçi İngilizceden kaldığım için doktoramı veremedim ama (gülüyor)..."
Nasıl bir gülüş bu? Görüyor gibiyiz: Buruk, kırgın, belki biraz da kızgın... Ressam Şenay Öztürk, bu son derece ilginç, 'akıl hastalarının resimlerinin analizi' konulu çalışmasına karşın niye verememiş doktorasını? İngilizceden kalmış çünkü. Bu karşılıklı konuşma Cumhuriyet'in eski Pazar eklerinden birindeydi (12 Şubat 2006). Üniversitelerimizde durum budur. Ne kadar özel, ne kadar özgün bir çalışma yapmış olursanız olun, önce İngilizce sınavını vermeniz gerek. İngilizce çoktandır araç olmaktan çıktı; amaç oldu. Çalışmanız ne üzerine olursa olsun önce İngilizce! Alanınız resim de olsa müzik de önce İngilizce! Yayınlarınız da İngilizce olduğunda önemli. Akademik çalışma anlamında, Türkçe yazılmış kocaman bir kitap, İngilizce bir makale kadar değer taşımayabilir; o makalenin alacağı akademik puanı alamayabilir. Durum bu olunca üniversitelerimizdeki bütün bilimsel çalışmalar İngilizce yapılacaktır elbette. Denecektir ki bilimin dili İngilizcedir; bilimsel çalışmaların İngilizce olmasının nedeni bu. Evet; ama asıl beyin göçü de bu değil mi? Hem de kendi toprağımızda besleyip büyüttüğümüz beyinlerin göçü... Bu çalışmalara hiçbir katkıda bulunmamış olanlar, salt dilleri İngilizce olduğu için, bütün beyinsel üretimimizi önlerine hazır hazır gelmiş bulurken bu ülkenin İngilizce bilmeyen insanları o ürünlerden asla yararlanamayacaklar. Türkçe düşünen beyinlerin İngilizce yazdıkları bilimsel yapıtlardan Türkiye'de yararlanılması için o yapıtların Türkçeye çevrilmesi gerekecek. Hiçbir kazancı olmayan bu çeviri işine de kimse kalkışmaz. Böylece bizim üniversitelerimizde bizim yararlanamayacağımız bilimsel çalışmalar yapılır. O da ne kadar yapılırsa... Kendi diliyle düşünmenin, kendi diliyle anlatmanın rahatlığı olmadan, yabancı bir dilde ne kadarı olabilirse. Bilimin evrenselliğini unutuyor değilim bunları söylerken. Beyinsel üretimimizi dünya biliminden esirgiyor hiç değilim. Asla! Türkçe, bilim dili değildir, demenin hakkımız olmadığını, bir dili bilimsel çalışmalar yapılmaksızın bilim dili haline getirmenin olanaksızlığını vurgulamaya çalışıyorum.
31 Mart Cuma
Dr. Necla Tugay Aytekin, "Bazı kişiler Türkçe konuşurken araya İngilizce sözcükler katıyorlar ve bunun gerekçesini de çok İngilizce okudukları ya da konuştukları şeklinde açıklıyorlar. Alışkanlık oluyormuş. Siz hiç İngilizce konuşurken araya alışkanlıkla Türkçe sözcükler katan bir Türk gördünüz mü?" diye soruyor. Görmedim, pek kimse de görmemiştir herhalde. Bu, gösteriş kapsamına girmiyor çünkü. Türkçesini anımsayamıyormuş gibi yapmak ise öyle değil. Pek bir hava veriyor anımsayamayana. Bundan daha önemli bir değinisi de var Necla Hanım'ın: "Geçenlerde bir doçentlik sınavında soruyu tamamen Türkçe sorduğum için aday anlayamadı, anlayacağı dilde sormak zorunda kaldım. Acı değil mi?" diyor. Acı, hem de ne acı!
1 Nisan Cumartesi
"Sana verilecek aşkım yok / Olsa dükkân senin"
Şarkı sözüymüş bu! Keşke 1 Nisan şakası olsaydı. Dergilerde, kitaplarda yüzlerce, binlerce şiir yayımlanan bir ülkede bu zırvaları şarkı sözü de yutturmaya çalışanların beğenileri bu düzeyde demek. Yazık!
3 Nisan Pazartesi
Migros kasa fişinde benim gözümden kaçan bir ayrıntıya Ali Suner dikkatimi çekmiş. Türk Anonim Şirketi'nin kısaltması "TAŞ" olduğuna göre, "Migros Türk TAŞ" deyince ne oluyor? İlginç! "Lahana kırmızı" yazımından ise bilgisayar programları sorumluymuş. Bunu tahmin etmiştim. Bilgisayardan ürünlerin dökümünü alırken ilk sözcük yardımıyla aratma yapılabilirmiş. Ürün adı "Kırmızı lahana" diye kaydedilmiş olsaymış "Kırmızı" diyerek aratmamız gerekirmiş ki bu durumda, rengi kırmızı olan birçok ilgisiz ürün de listelenirmiş. "Lux" ve "Washington" yazımları için, akla yakın bir açıklama yok ne yazık ki! Bunlarla ilgili olarak Ali Suner diyor ki: "Bazen 2. Dünya Savaşı dönemlerindeki gazete manşetlerini görüyor ve 'Çörçil', 'Ruzvelt' yazımlarını okudukça o yıllara imreniyorum."
4 Nisan Salı
Deniz Banoğlu, çoğu Cumhuriyet gazetesinde çıkmış yazılarını "Türkiye'm Yazıları" adı altında toplamış (Toplumsal Dönüşüm Yayınları, Aralık 2004). "Dilimiz, Türkçemiz ve Sanat - Kültür" başlığı altındaki yazılardan birinde Teksas Üniversitesi'nden Richard Pells'in "Modernleşme ve Küreselleşme Sürecinde Kültürel Kimlik" konulu kongrede sunduğu bildirinin bir bölümüne yer vermiş: "Birbirinin aynı ve benzeri kültürlerin dünyaya egemen olacağı korkusu giderek yerleşmektedir. Sanatçı ve aydın kimliği yok sayılmakta, ulusal dil ve gelenekler giderek silinmekte, unutulmakta, Amerikan yaşam ve düşünce biçimi, ülkelerin bütünlüğünü ve kimliğini yok etmektedir" diyen Pells'in sözlerini Banoğlu, "Amerikanlaşmayı dilinden eğitimine, eğitiminden para birimine, para biriminden yaşam biçimine ve alışkanlıklarına kadar, neredeyse 'iliklerine kadar' sindiren de Cumhuriyet Türkiye'sidir. Bir dönem Fransız kültürüne 'boynum kıldan ince' diyen Osmanlıların Türkiye'sinden sonra, şimdi de Cumhuriyet Türkiye'si Amerika'ya kapılarını açmakta" diyerek pekiştiriyor. Yoksa, İstiklal Marşı'ndaki, "Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım" sözleriyle gururlanan; ama hangi kültürün rüzgârı güçlü esiyorsa ondan yana dönen, fırıldak yaradılışlı insanlar mıyız aslında?
feyzahepgmail.com
Yıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
13042006


Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
12 Nisan Çarşamba
Bugünkü "Tercüman" gazetesinde Ergun Kaftancı'nın Medyakodu adlı köşesinde "TDK Başkanı da Türkçeyi bilmezse" başlıklı bir yazısı vardı. TDK Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın'dan "TDK'nin başındaki zat" diye söz ediliyor ve yazı, "Sayın Akalın Türkçeyi ve imlâyı öğrenmelidir" diye bitiyor. TDK başkanını savunmak bana düşmez belki; ama apaçık bir haksızlık varsa ortada, susmak da doğru olmaz. Nedir Kaftancı'yı sinirlendiren ve TDK başkanının Türkçeyi bilmediğine hükmetmesine yol açan konular? Bir gazetecinin kendisiyle yaptığı görüşmede "İstanbullunun, Türkçülüğün, Ankaralının, Ahmetlerin" gibi sözcüklerde kesme işaretinin kullanılmayacağını söylemiş başkan ve "Yapım ekleriyle çoğul eklerinden sonra kesme işaretinin kullanımı kaldırılmıştır" demiş. Sayın Kaftancı da, "Oysa Başkan'ın başında olduğu kurumun imlâ kılavuzunda yapım eklerinin ve çoğul ekinin kesme işaretiyle ayrılacağı yazılıydı" diyor. Bunu söylerken, yanında özel ad olmadığı halde, büyük harfle başlatarak ve ekini kesme ile ayırarak "Başkan'ı" diye yazıyor; üstelik iddia ettiği konuda yanılıyor. Hayır, öyle yazmıyor. Elimde TDK'nin 2000 tarihli "İmlâ Kılavuzu" var. 69. sayfasında şu açıklama yapılmış: "Yabancı özel adlar dışındaki özel adlara getirilen yapım ekleri ve çokluk eki kesmeyle ayrılmaz." Onun hemen üstünde yabancı özel adlarla ilgili kurala da yer verilmiş: "Yabancı özel adlardan sonra getirilen çokluk ve yapım ekleri kesme ile ayrılır." Oysa sayın Kaftancı, "Kesme işareti yabancı kelimede kullanılır, Türkçe kelimede kullanılmaz diye kural olur muydu? Demek ki oluyordu..." diyor. Bu işe çok şaşmış. Bunu anlamak pek zor değil aslında. "Nice'liler, Honolulu'lu..." gibi yabancı sözcüklerde, sözcüğün nerede bittiği, hangi harflerin sözcüğe, hangilerinin eke ait olduğu anlaşılsın diye kullanılıyor kesme işareti. Türkçe sözcüklerde yapım eklerinden önce ya da sonra kesme kullanılmayacağı ise çok eski, çok bilinen ve yıllardır uygulanan bir kural.
"Sultanahmet Camii mi, Camisi mi diye yazacağız?" diye sorarken de Akalın'ın "Sultanahmet" sözcüğünün bitişik mi, ayrı mı yazılacak olduğunu söylememesini "çünkü bilmiyor" diye açıklamış. Şu bitmek bilmeyen "camii" mi, "camisi" mi konusunda Akalın'ın yanıtı, "evlere şenlik" bulunmuş. Çünkü "cami" konusunda "camii" olacak demiş Akalın; ancak cami dışında kalanlarda "mevkii" değil "mevkisi", "bayii" değil "bayisi", "sanayi" değil "sanayisi" demenin doğru olacağını söylemiş. Bu farklılığı nedenini soruyor Ergun Kaftancı, verilen yanıtı yeterli bulmuyor: "Efendim, Arapçadaki i harfinden sonra gelen sessiz ayın'lar Türkçede ölüyormuş... Cami kelimesinde neden ölmüyor?" Bu noktada Kaftancı haklı. "Cami" sözcüğü de iyelik eki alınca "camii" değil, "camisi" olmalıdır elbette. "Ayın" ölüyorsa "bayi"de de ölür, "cami"de de. Kaldı ki öldüğünü söylemek için, yaşıyor olduğunu kabul etmemiz gerekmez mi? Oysa Latin alfabesinin kabul edildiği 1 Kasım 1928'den beri "ayın" diye bir harfimiz yok. "Sultanahmet" sözcüğünün nasıl yazılması gerektiğine gelince, sayın Kaftancı'nın yazdığı gibi, bitişik yazılmalı elbette. Elimin altındaki yazım kılavuzlarının "Dizin" bölümünde ve "İmlâ Kılavuzu"nun 2000 tarihli baskısında yok; ama 1996 baskısında "Şahıs adları ve unvanlarından oluşmuş" yer adlarının örnekleri arasında "Sultanahmet" sözcüğü de sayılmış. Şükrü Haluk Akalın, niye bunları böylece söylemedi derseniz, belli çevrelerin göstereceği tepkiden çekinmiştir bence. Başka ne olabilir?
"Başkan'dan bir cehalet yüklü işaret daha..." diye Farsçadan gelen "hane" sözcüklerindeki "h" sesinin düşmesine de değinmiş Ergun Kaftancı: "Acemceden dilimize girmiş olan hane kelimesindeki h harfini kurum hepimize yutturuyor. Eczane, hastane, postane, pastane filan diye yazıyoruz. Haneli yazılım eskidenmiş, kurum bu değişikliği yapmış."
Yapmasa mıymış? "Eczahane" diye mi yazsaymışız? "Hane" sözcüğünü koruma çabasının boş bir çaba olduğunu anlayıp geri adım atmışsa kurum, eleştirmek değil, doğruyu yaptığı için kutlamak gerekir. Derdimiz Farsça "hane" sözcüğünü bozulmadan korumak değil, yüzyılların kullanımı için Türkçeleşmiş biçimini esas sayıp buna sahip çıkmak olmalı çünkü.
17 Nisan Çarşamba
Sevgi Özel'in yeni kitabına (Çınar Yayınları, Ocak 2006) "Dilimde Tüy Bitti" adını vermesinin nedeni ne kadar kolay anlaşılıyor. Türkçe konusunda duyarlı kişiler aynı uyarıları yapmaktan, aynı sözleri söylemekten bıktık usandık; ama dönüp bakıyoruz, değişen bir şey yok. Sevgi Özel'in kitabındaki sabit başlıklardan biri bir soru: "2000'lerin Türkiye'sinde Nece Konuşuluyor?" Bir ya da iki yazı atlayarak 22 kez sormuş bu soruyu Özel. İnsan ister istemez, "Bu konuşulan dil, Türkçe değil. Gerçekten de nece konuşuluyor 2000'lerin Türkiye'sinde?" diye soruyor kendine. "KonuşkanHATT" gibi, "Waplı hayat, oh ne rahat!" gibi, nece olduğu belirsiz söyleyişler, yüzyıllardan beri kullanıldığı halde incelikleri bilinmediği için her an iletişim kazalarına yol açabilen "tahliye, tahrip, tatmin, tahrif, tasfiye, teşkil, teşekkül" gibi Arapça sözcükler, Türkçe olduğu halde anlam inceliği gözetilmeden kullanılan "beğeni, etki, tepki, süre, süreç, doyumsuz, dolaşmak, dolanmak, sağlamak, gerçekleştirmek, ikilem, kapsamak, görülmek, görünmek, çözmek, çözümlemek" gibi sözcükler dilimizden ne kadar koptuğumuzun, nasıl da vazgeçtiğimizin kanıtı sanki. Bu durum karşısında dert yanılacak kişi kim olabilir? Elbette Atatürk. Tam 11 kez de "Büyük Devrimciye Sesleniş" başlığı altında Atatürk'e seslenmiş Sevgi Özel. Cumhurbaşkanı Sezer'in pırıl pırıl Türkçesine değinmeyi de unutmamış: "Cumhurbaşkanını dinlerken Dil Devrimiyle yenileşerek gelişen bilim ve sanat dili Türkçenin devletin ağzına ne denli yakıştığını gördük. Bunalmışlara bir tas soğuk su, açlara bir tabak sıcak yemek gibi geldi bu konuşma. Türkçenin müziğini devletin ağzından duyduk, ohhh!"
feyzahepgmail.com
Yıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
27042006

04052006 yazmamış


Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
22 Nisan Cumartesi
İstanbul'a bu kadar yakın olduğu halde, Silivri'yi şimdiye dek görmemiş olmaktan utandım doğrusu. Çok güzel, çok sevimli bir yermiş Silivri. Dün, Hasan - Sabriye Gümüş Anadolu Lisesi'nde konuşmak için oradaydım. Müdürüyle, öğretmen ve öğrencileriyle sıcacık, dost bir ortam karşıladı beni. Öğrencilerin ilgisi, soruları ve katkıları umutlarımı tazeledi; yüreğimi serinletti. İhsan Tevfik, sabah aldı, akşam da geri getirdi. Gidişin de gelişin de İstanbul içindeki işe yetişme, eve dönme serüvenlerinden çok daha kolay ve çok daha zevkli yolculuklar olduğunu söylemeliyim. İhsan Tevfik okulun iki edebiyat öğretmeninden biri. Öteki edebiyat öğretmeni, eşi. Okulun edebiyat öğretmeni gereksinmesini ailece karşılamış durumdalar. Daha önce, "Çıkın" adlı bir edebiyat dergisini çıkardığı yıllarda, İstanbul'da bir kitabevinde karşılaşmıştık İhsan Tevfik'le. Çok da iyi anımsamıyorum. Benim onu asıl tanıyışım, amcası Cemal Kırca'nın şiirlerini, bir vefa örneği olarak toplayıp şairinin vermeyi düşündüğü "Geçit" adıyla, ölümünden sonra yayımlamasıyla oldu. İhsan Tevfik, kendi şiirlerini de "Dipsuları" adı altında yayımlamış (Pervaz Yayınları, Eylül 2005). Az önce bitirdim kitabını. Çok iddialı olmayan; ama yaşam sıcaklığı taşıyan, kısa şiirler... "Kandil" adını taşıyan ve Ahmet Erhan'a armağan edilen şiirin sonu şöyle: "Öyleyse 'üflesin geceyi' neyzen / dürsün defter-i kebiri / ah güzel abim / sen geceye kan / ben geceye dil". Şiirlerin bütününü alamam buraya; ama iki farklı şiirden, iki tadımlık alabilirim: "uyku-yu / alır ve girersiniz geceye / kapanır ansızın / derin bir kuyu". Bir de şu: "İçim harelenmiş göz yaşı kırıkları / gidiyorum zamanın olmadığı yere / size bıraktım o küçük yalnızlıkları".
23 Nisan Pazar
Dünya böyle güzel. İşte bunu anlatmaya çalışıyorum. Herkes korusun kültürünü, herkes. TRT'nin 23 Nisan Çocuk şenliğini izliyorum. Bu çocukların rengârenk giysileri, taze açmış bahar dalı duruşları, birbirinden güzel şarkıları, türküleri, kır çiçeklerinin şenliğinden alınmış dansları... Bu güzelliklerin yerine popolarında rengi atmış bir kot, ağızlarında pabuç kadar bir çiklet, ellerinde koca bir hamburger ve bir şişe kola ile Amerikan sığır çobanı müsveddesi olarak ortalıkta dolaşmaları daha mı iyi?
24 Nisan Pazartesi
Bugün de Doğuş'ta konuştum, lise ve üniversite öğrencilerine. Güzel dinlediler; ama nedense İstanbul dışındaki okullarda konuştuğum zamanlardaki coşkuyu duymuyorum İstanbul okullarında, duyamıyorum. Oralarda taze kalmış olan ne varsa İstanbul'da çürümüş; çürümemişse de pörsümüş.
25 Nisan Salı
"Pırasa paket, salata kıvırcık, lahana kırmızı" yazıyordu ya Migros'un kasa fişinde, Gima'nınki öyle değil. Migros'ta böyle yazmasından bilgisayarın sorumlu olduğuna; çünkü bilgisayardan ürünlerin dökümünü alırken ilk sözcük yardımıyla aratma yapılabildiğine karar vermiştik. Durum buysa Gima'nın alışveriş fişinde de "papaz erik, ithal muz" biçiminde değil, "erik papaz, muz ithal" diye yazılmış olmamalı mıydı? Onlar da bilgisayardan yapıyorlardır sayım, döküm işlemlerini. Fişte görünen fark bu. Ortak yanları da var: Migros'un adını MIGROS diye yazması gibi, Gima da GIMA diye yazıyor adını. Türk sözcüğü her ikisinde de TURK. Demek globalleşince "Türk"lük gidiyor; "Turk"luk geliyor.
26 Nisan Çarşamba
"Beklediğiniz her şey ve daha fazlası" olabilir; "umduğunuz her şey ve daha fazlası" da olabilir. Beklediğinizden de fazlası, umduğunuzdan da fazlası demek olur ki yanlış sayamayız bunları. Ancak, "Hepsi ve daha fazlası" ne demek? Bunu, "Tümü ve daha fazlası", "Her şey ve daha fazlası" diye dile getiren reklamlar da var. "Her şey, hepsi, tümü", kapsama alanı en geniş kümeler değil mi? Sözgelimi, "karanfillerin tümü" desek bu, dışarıda bir tek karanfil bile kalmıyor demek olmaz mı? Hadi daha matematiksel sorayım: Karanfillerin tümü 30 taneyse, "Karanfillerin tümü ve daha fazlası" 35 tane olabilir mi? "Tümü"nden daha fazlası ne olabilir? "Tümü" dediğimizde dışarıda bir tek eleman bile kalmaz ki! Eğer kalıyorsa o zaman "tümü" derken yanlışlık yapmışız demektir. "Tümü" 30 değilmiş o zaman, 35'miş. Yine daha fazlası olmaz. "Tümü" dersek 35'i kastederiz sadece, daha fazlası da, daha azı da yoktur bunun.
Yine 26 Nisan Çarşamba
Yarın dersten sonra, eve gelmeden, havaalanına gideceğim; 1. Akyaka Edebiyat Günlerine katılmak üzere Muğla'ya gitmek için. Muğla ve özellikle Akyaka ile Gökova kim bilir ne güzeldir bu mevsimde.
Bir kez daha 26 Nisan Çarşamba
Benim Elazığ türküsü olarak verdiğim türkü aslında Abdulvahip Kuzecioğlu'na ait bir Kerkük uzun havasıymış. Hasan Çamur, sözlerin tamamını bildirdi.
Baba, bugün dağlar yeşil boyandı.Kim yattı, kim uyandı.Gözlerim ağam.Kalbime ataş düştü,İçinde yâr da yandı.Su serptim ataş sönsün,Serptiğim su da yandı. n feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
11052006

Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
28 Nisan Cuma
1. Akyaka Edebiyat Günlerinin ilk gününde Muğla'dayız. Muğla Üniversitesinin iç içe geçmiş, geniş yemek salonlarından birinde yemek yiyoruz; başka bir salonda çay içiyoruz. Onlarca öğrenci grubunun yanından, önünden geçmekteyiz durmadan. Biri dönüp baksa, biri tanısa ya! İnci Aral'ı tanısa, Hasan Ali Toptaş'ı tanısa... "Aaa!" dese. "Arkadaşlar, bakın kimler gelmiş!" Hayır, ne bakan, ne ilgilenen var. Akyaka Edebiyat günleri için hazırlanan salona da bizden önce gelen yok. Yine de umudumuz kırılmadı henüz. Birazdan Oktay Akbal burada olacak. Şadan Gökovalı gelecek. Belki onların gelmesini, belki de oturumun başlamasını bekliyordur çocuklar. M. Sadık Aslankara, Sibel K. Türker, Sezer Ateş Ayvaz, Özcan Karabulut, Hasan Özkılıç, Gökhan Cengizhan, İnan Çerin, Halil İbrahim Özcan... Hepimiz salondayız; yazarlar, konuşmacılar, konuklar; öğrenci yok. İlk gelen öğrenci alkışlarla karşılanıyor. Patavatsızımdır biraz. "Dünden Bugüne Öykücülüğümüz" başlıklı panel başlayıp ilk sözü de ben alınca, "Muğla Üniversitesi'nde alkışlanmak için darbe yapmış olmak mı gerekiyor?" deyiveriyorum. Hoş, Kenan Evren'i de gönülleriyle alkışlamamıştır bu çocuklar, birileri zorla alkışlatmıştır. Bizim alkış beklediğimiz yok; azıcık ilgi yeter de artar bile.
30 Nisan Pazar
Muğla Üniversitesi, Akyaka Belediyesi ve Edebiyatçılar Derneği'nin ortaklaşa düzenlediği bir etkinlikti bu. İlk gün Muğla Üniversitesindeydik; dün ve bugün Akyaka'dayız. Öyle güzel bir doğası var ki Akyaka'nın, anlatılır gibi değil. Belediye Başkanı Ahmet Çalca etkinliğin her şeyiyle ilgili. Asıl büyük sorumluluğu Tülay Akkoyun üstlenmiş. Herkesi mutlu etmek için çırpınıyor. İlk gün, öğrencisiz başladığımız paneli, öğrencili bitirdik. Hele ödül töreni daha da kalabalıktı. Şadan Gökovalı'yı epeydir görmemiştim. Benim için çok önemlidir, çok değerlidir. İlk eleştirmenimdir. Sonsuz saygı beslediğim, sevgisini hak etmeye çalıştığım bir kişidir. Üç buçuk ay içinde üst üste geçirdiği birkaç büyük ameliyat yüzünden bir parça hırçınlaşmış buldum onu. Ona ve İnci Aral'a ödülleri, Rektör Prof.Dr. Şener Oktik'in bize verdiği yemekten önce, üniversitede sunuldu. Oktay Akbal'a ise bugünkü etkinlikler; konuşmalar, öykü okumalar bittikten sonra. Oktay Akbal biraz rahatsızdı, ayakta durunca çabucak yoruluyordu; ama sayfalarca anlatılacak şeyleri birkaç sözcükle özetleyebilecek kadar uyanık bir bilince sahipti, bütün dünyayı kucaklayacak kadar sevgi doluydu. Hele Rektör Şener Oktik'in, "Bu etkinliğin adı, bundan sonra Akyaka Oktay Okbal Edebiyat Günleri olsun." önerisinin alkışlarla kabul edilmesinden sonra nemlenen gözlerinin eleverdiği kadar da büyüktü, insandı ve güzeldi.
1 Mayıs Pazartesi
Dün gece geç vakit Muğla'dan dönüp o yorgunlukla bugün Bilfen Koleji'ne konuşma yapmaya gitmek zor geldi biraz. Neyse ki beni heyecanlandıran bir haber aldım. Sakarya Valiliği neler yapmış öyle! İlin bütün sivil toplum kuruluşlarını toplamış, tümüne kitap aldırıp okullara parasız dağıtma görevi vermiş. Duyduklarım doğru mu acaba? Bu yolda bir bilgi varsa elime tez ulaşır mı?
3 Mayıs Çarşamba
Ersin Güneralp, Türk Dil Kurumu'nun, arzu eden kişilere internet üzerinden "Dağarcığınıza her gün 2 söz" başlığı altında gönderdiği bilgilendirme mesajlarından birinde, yazılışını "suiistimal" olarak bildiği sözcüğü "suistimal" olarak tek "i" ile yazılmış görünce, kuruma açıklama rica eden bir mesaj göndermiş. "Adı geçen söz yaygın biçimde bu şekilde kullanılmaktadır" diyen yanıt, onu şaşırtmış, biraz da sinirlendirmiş. "2005 yılına kadar 2 'i' ile yazılan bu kelime, bu nedenle nasıl değiştirilir, bir türlü anlayamadım ve kabullenemedim." diyerek bana da yazdı. Birçok kişinin zihnini kurcalayan bir sorun olabileceğini düşünerek sayın Güneralp'e verdiğim yanıtın bir bölümünü buraya da almak istiyorum: "Böyle bir değişikliğin iyi mi, kötü mü olduğu yolunda karar verirken ölçü olarak almamız gereken nedir? Galiba önce bu konuda verilecek kesin bir karara gereksinmemiz var. Şu anda tek sözcük gibi görünmesine karşın aslında Farsça tamlama kurallarına göre kurulmuş Arapça iki sözcüklü (yani tipik Osmanlıca) bir tamlama karşısındayız. Bu tamlamanın aslına uygun yazılışı Latin harfleriyle ve tam olarak şöyle: 'Sû-i isti'mal'. Sizin de bildiğiniz gibi, "Kötüye kullanma" demek. Şimdi soru şu: Bu tamlamayı özgün biçimiyle korumalı mıyız? Koruyacaksak 'suiistimal' biçiminde değil, yukarıda yazdığım gibi yazmamız gerek. Yok, korumayacak ve Türkçede aldığı biçimi esas kabul edeceksek o zaman 'suistimal' dememiz doğru olur; çünkü konuşurken öyle diyoruz zaten. Ayrıca dilimize dışarıdan giren bütün sözcükler hakkında tutumumuzun böyle; yani o sözcükleri Türkçeye uydurmak biçiminde olması gerekmez mi? Her sözcüğü geldiği dilin kurallarına göre yaşatmaya kalkarsak ortada, kurallarına uyulması gereken Türkçe diye bir dil kalmaz." Çok karşı çıkan olabilir; ama bana en doğru gelen, gerçekten de bu: Doğudan, batıdan, hangi dilden gelmiş olursa olsun, Türkçeye girmiş, Türkçede kullanılan her sözcük, Türkçenin kurallarına uymalıdır.
4 Mayıs Perşembe
Tabelalarda ve markalardaki garip ve yabancı dilin İngilizce olduğunu sanıyoruz hâlâ. Değil ki! İngilizce değil artık. Ne idüğü belirsiz bir dil bu. "Coondra" nece örneğin? "Dönerchi, tawuk, keb-up," hangi dilin sözcükleri? Türkçenin mi, İngilizcenin mi? Türkiye'nin her yanını sardı bu sapıklık. "Mc Yörük's", "Mc Davut" adlarını bulanlar gurur mu duyarlar kendileriyle? "Harby lezzet" diye reklam yapanlar çok mu böbürlenirler? "YeMc"i ilk gören Türk, İngilizce; ilk gören İngiliz, Türkçe sanacak; ama bu sözcük ne İngilizce ne de Türkçe. Böyle bir dil yok. İngilizceymiş Gibi Duran Aslında Türkçe Olan bu dil nedir? Nasıl olsa tümü uydurma! Yanıtı da ilk harflerden biz uyduralım: İGDATO.
feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
18052006

Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
6 Mayıs Cumartesi
Antalya Koleji'nin çağrılısı olarak Antalya'dayım. Dün sabah lise öğrencilerine, öğleden sonra ilköğretim 7. ve 8. sınıflara konuştum. Liselerle çok iyi anlaştık. Nasıl önlemler almamız, neler yapmamız gerektiğini birlikte konuştuk. Öğleden sonraki oturum öyle olmadı. "Kısaltmaları herkes kendi alfabesinin harfleriyle okur. Biz de öyle yapmalıyız" deyince ipler koptu. Almanların se-de diye okudukları CD'ye bizim si-di yerine ce-de dememiz gerektiği düşüncesi hiç hoşlarına gitmedi. Hemen cephe aldılar bana karşı. "Siz de bi-bi-si dediniz biraz önce, be-be-ce demeniz gerekmiyor muydu?" dedi biri ve çılgınca alkışlandı. Size karşı cephe aldıklarını en çok ele veren tutumdur bu: Karşı çıkanın alkışlanması. Artık dinlemezler sizi, karşınızda yer almışlardır. Gerçi doğru söylüyordu o öğrenci. İngiliz televizyon kanalı BBC söz konusuydu ve ben az önce "bi-bi-si" demiştim ondan söz ederken. "Çünkü o İngiliz televizyonu. Türk kanalı değil" demeye çalıştım, olmadı. Doğrusu ne peki? İngilizler bizim TRT'yi ti-ar-ti diye okuduklarına göre biz de BBC'yi be-be-ce diye mi okumalıyız? Tıpkı BMC'yi be-me-ce diye okuduğumuz gibi. Bu konudaki tutumumuzu tanımlayan tek sözcük, tutarsızlık. Em-pe-üç diye okuduğumuz MP3 nedir? Niye harfleri İngilizceye, rakamı Türkçeye göre okuyoruz? ATM'yi a-te-me diye okurken SMS niye es-em-es? Çocukları ikna edemeyişime çok canım sıkıldı. Neyse ki akşam ressam Benan Sümer'le ve arkadaşlarıyla buluştum. Nasıl imrendim aralarındaki dostluğa, nasıl özendim! İyi ki beni de aynı içtenlikle kucakladılar. Antalya'da yeni arkadaşlarım var artık. Bunu göğsümü gere gere söyleyebilirim. Bu sabah da Antalya Koleji'ndeki üçüncü konuşmamı yaptım. Öğretmenlere ve velilere... Çok iyi geçti. Yine de şu anda 13 -15 yaş arasında olan kuşağı kazanmakta çok zorlanacağımız gerçeğini unutturmaya yetmedi.
7 Mayıs Pazar
Antalya'dan Kıbrıs'a geçtim ve Erdal Öz'ün ölüm haberini Yakın Doğu Üniversitesi'nin kütüphanesini gezerken aldım. Hasta olduğunu, durumunun ciddi olduğunu Akyaka'dayken duymuştum, duymuştuk. Yine de ölümü yakıştıramıyor insan Erdal Öz'e, hiç yakıştıramıyor.
8 Mayıs Pazartesi
Yakın Doğu Üniversitesi Fen - Edebiyat Fakültesi Dekanı, sınıf arkadaşım, Bülent Yorulmaz. Onunla ve yine üniversiteden arkadaşım Özden'le 1970'ten beri görüşmemiştim. Onlarla dostluk tazeledim; ama yeni tanıdığım Esra Karabacak'ı da çok sevdim. Olumlu (Yok, öyle demiyorlar; "pozitif") elektrik almak diyorlar ya, öyle bir şey oldu. Eskiden "Yıldızımız barıştı" denirdi aynı durum için. Yeni tanışmışsınızdır; ama yıllardan beri tanıyor gibi duyumsarsınız kendinizi. Esra ile böyle oldu. Lefkoşa'yı, ardından Girne'yi gezdik. Rahattık; çünkü konuşmam bugündü. Az önce bitti. Kıbrıs'ta Türkiye'den okumaya gelmiş çok öğrenci var. Özellikle türbanlı kız öğrenciler çok. Onlar değil de Kıbrıslılar, benim İngilizceye, İngilizcenin yaşamımıza bu kadar egemen olmasına gösterdiğim tepkiden rahatsız olabilirler diye düşünmüştüm. Çünkü Kıbrıs'ta somut bir İngiliz hayranlığı var hâlâ. Olmadılar, oldularsa da belli etmediler.
Şimdi çantamı hazır edip uçak saatine kadar, Özden ve Esra ile Kıbrıs'ı gezmeye devam.
10 Mayıs Çarşamba
İşler öyle bir birikti ki gelen mektupları yanıtlamak bir yana, elektronik posta kutularıma bile bakamadım günlerdir. Sınav kâğıtlarım okunmayı bekliyor. Çocuklara okuyamadığımı söylemek ayıp geliyor; ama onlar biraz daha bekleyecek. Bilgi Üniversitesi'nin yarışmasına katılan öykülere öncelik vermek zorundayım; çünkü değerlendirme toplantısı ve ödül töreni cuma günü. Altmış bir tane öyküyü, değerlendirmek üzere notlar alarak okuyup bitirmek zorundayım cumaya kadar.
13 Mayıs Cumartesi
Bilgi Üniversitesi öğrencilerinin, yerli konulara rağbet etmeyeceklerini, İngiliz / Amerikan eğitimi alan gençlerin kendi toplumlarına yabancılaşacağını düşünmüşüm. Anadolu'yu, özellikle Anadolu kadınını anlama ve anlatma çabaları, bu yüzden duygulandırdı beni. O eğitimin etkileri de az değildi elbet. En çok alıntılarda gösteriyor yabancı etki kendini. Duyarlılıklarda da yabancılık var. Ayrıca dikkat çekici bir konu da gençlerin dilde belirli bir seçimlerinin olmaması. İngilizce, Fransızca kökenli sözcüklerin yanı sıra Osmanlıca sözcükler bu yaşta insanlardan beklenmeyecek kadar çok. Neden özendiklerini bilmiyorum; ama eski sözcükleri kullanırken hata yapmaları kaçınılmaz. Müteşekkir demek isterken "müteşekkil" diyen de var, teveccühünüz yerine "teveccünüz", cühela yerine "cüheyla" diyen de.
15 Mayıs Pazartesi
Akbank Ataşehir Şubesi'nde bir yangın alarmı... Güvenlik görevlisinden fotoğrafını çekmek için izin istedim. Fotoğrafla belgelemeliyim; çünkü inanılır gibi değil; çünkü gerçekten belge değerinde. Pek şaşırdı görevli: "Niye çekeceksiniz?" Kırmızı kutunun üstündeki yazıları gösterdim. Üstte FIRE yazıyor. Ortada bir camlı bölme, camlı bölmenin bir yanında BREAK GLASS, öteki yanında PRESS HERE. İlaç için olsun tek Türkçe sözcük yok. Bu demektir ki Türkiye'de İngilizce bilmeyenlerin yangından kurtulması gerekmez. Yansınlar, ölsünler, gebersinler... Madem İngilizce bilmiyorlar ne hakları var Türkiye'de yaşamaya?
feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
25052006

Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
16 Mayıs Salı
"Hiç sanmamakla birlikte bu önerimden makalenizde söz ederseniz memnun olurum." demiş Opr. Dr. Gürkan Kazancı. Niye sanmıyor ki? Önerilerden, görüşlerden, yorumlardan, katkılardan, yanıtlardan sıklıkla söz ediyorum. Söz etmem, kabul etmem anlamına gelmiyor elbette. Sayın Kazancı'nınki için de geçerli bu söylediğim. Zaten onunki öneri değil, kural. Bir kural koymuş, şöyle diyor: "Özel coğrafik adlar hangi ülkede olursa olsun ek aldığı zaman mutlaka kesme imiyle ayrılır. İstanbul'lular, Nice'liler gibi. Aksi dilbilime aykırı olur." Niye aykırı olsun dilbilime? Bunu açıklamıyor. Peki, bizim yıllardır geçerli olan kuralımız nedir? "Özel adlara gelen yapım ekleri kesme ile ayrılmaz." Çekim eklerini kesmeyle ayırırız. İstanbul'a, İstanbul'u deriz; ama İstanbul sözcüğüne gelen ek, -lı, -lu biçimindeki yapım ekiyse kesme kullanılmaz, yapım ekinden sonra gelen ekler de kesmeyle ayrılmaz: İstanbullu, İstanbullular, İstanbullulardan... Benim koyduğum bir kural değil bu. Zaten kural koymak ne haddime! Bütün yazım kılavuzları bunu böyle yazar, bize de uygulamak ve savunmak düşer...
17 Mayıs Çarşamba
-Boyner ne kadar?
- Bir lira.
- Bir tane Boyner alır mısın?
Çarşamba günleri Yıldız'ın (YTÜ) Maslak'taki Meslek YüksekOkulu'na derse gidiyorum. Bu karşılıklı konuşma dolmuşta şoförle yolcu arasında sık sık geçiyor.. Dilde çok sık başvurduğumuz, "ad aktarması" dediğimiz anlam olayı bu. Besbelli Cem Boyner, adını bu mağazalar zincirinde yaşatmak istemiş; mağazalarının eskiden "Çarşı" olan adını bu yüzden değiştirmiş. Kişi adlarını, yerlere, yollara, caddelere, meydanlara vererek yaşatma isteği yeni değil; yalnız bizde de değil. Küçükbakkalköy yakınlarında "Halide Edip Adıvar Nikâh Dairesi" levhasını gördüğümde düşünmüştüm ilk kez Halide Edip'in bu durumdan hoşnut olup olmayacağını. Yazarlar ve şairler, adları bir yerlere verilerek değil, romanları, öyküleri, şiirleri aracılığıyla yaşatılmayı yeğlerler gibime geliyor. Onlara sorulsa öyle istemezler miydi? Uğur Mumcu, adını taşıyan mahallede oturanların, orada oturdukları için sık sık adını anmalarından mı hoşlanırdı, diyelim en ünlü yapıtı "Sakıncalı Piyade"yi okumalarından mı? Neyse ki belediyelerimiz edebiyatçıların adını çeşitli yerlere vererek yaşatmak konusunda o kadar da istekli değiller. Mehmet Akif dışındaki edebiyatçı adlarına pek rağbet ettikleri yok. Akif'in adını görürüz en çok caddelerde, sokaklarda, vapurlarda... Hele bu sonuncusu... Sunay Akın mıdır o, Boğaz'da gelin gibi süzülen vapurlarımızın şair adları taşımasını özleyen? Ne güzel olurdu. Siz Orhan Veli Vapuru'nda gözlerinizi kapatıp İstanbul'u dinlemeye çalışırken İstanbul'a hasret giden Nâzım Hikmet'in adını taşıyan yolcu vapuru süzülüp geçiyor yanınızdan. Vapurlar dedim de... Bir de yenidir, moderndir diye, biçimsiz biçimsiz vapur modelleri mi öneriliyormuş İstanbullulara? Dokunmasınlar vapurlarımıza. Böyle güzel! İstanbul'u İstanbul yapan şeylere dokunulmamalı.
18 Mayıs Perşembe
Cumhuriyet gazetesine arka arkaya bomba...
Danıştay'a saldırı...
Neler oluyor?
Yine 18 Mayıs Perşembe
Bir gülüş bu kadar mı sahte durur insanın suratında? R. Tayyip Erdoğan, partili gençleri toplayacakmış. Bunu bildiren dev boyutlu afişlerde gülen bir fotoğrafı var. Hep öfkeli, hep birilerine çatarken gördüğümüz için olmalı, gülümsemesi yapıştırma gibi durmuş yüzünde. Gözümü kapatsam hiç değişmeyen o bildik konuşma kalıbı içinde, "Hiç kimse bize... demeye kalkmasın", "Kimse bizi... ile suçlamaya kalkışmasın" diye bağırırken canlanacakken gözümde, gerçekten gülümsediğine inanmak çok zor.
22 Mayıs Pazartesi
Küçük bir Ayvalık gezisi sıkıştırdım araya; pek güzel oldu. Biraz yoruldum mu nedir, ilaç gibi geldi bu gezi.
Yine 22 Mayıs Pazartesi
Mektuplar birikti, okunacak kitaplar yığıldı, sınav kâğıtlarım desteler halinde bana el sallıyor, Yaşar Nabi Öykü Yarışması'nın dosyaları gelmiş, sıranın kendilerine gelmesini sabırla beklemekteler. Ben nereden başlayacağım, hangisine öncelik vereceğim? Önce sınav kâğıtları... "Okuyamadım çocuklar." demeye utanır oldum artık. Üstelik bitirme sınavlarına azıcık bir zaman kaldı, ara sınavlarını öğrenmeye hakları var çocuklarımın.
23 Mayıs Salı
Yok canım! Bu kadarı da olmaz. İzmir'de bir ilköğretim okulu (Özel İzmir İlköğretim Okulu) anasınıfına ve birinci sınıfa İngilizce sınavıyla öğrenci alacakmış (Milliyet Ege, 30.4.2006, Pazar, 7. sayfa). İlanda, "Anasınıfına 2001,1.sınıfa 2000 doğumlular ön kayıt yaptırabilir. Anasınıfı ve 1. sınıf kaydı için nüfus cüzdanının aslı ve fotokopisi gereklidir. Ön kayıt sırasında öğrencinin de okula gelmesi gerekmektedir" dendikten sonra eklenmiş: "Karne başarı durumu ve İngilizce mülakatla öğrenci alınacaktır." İngilizce mülakat! İngilizce öğretmek başka şey, İngilizleştirmeye ya da Amerikanlaştırmaya çalışmak başka! Bizimki, çocuklarımıza İngilizce öğretme çabası değil, Amerikanlaştırma çabası. Bu, hiç bu kadar açıkça ortaya çıkmamıştı.
feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
01062006

Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
24 Mayıs Çarşamba
"Ben normalde kitap okuyan bir insan değilimdir." Bu lafın, bu yıla gelinceye kadar bu kadar kolay söylendiğine tanık olmamıştım. Genellikle, kitap okuma alışkanlığı edinmemiş olduğunu söylerken biraz ezilir öğrenci. "Herkes çağdaş Türk edebiyatından bir kitap okuyacak; okuduğu kitabı sınıfta tanıtacak" dediğimde çoğunun hoşuna gitmemişti. Onları kötü bir alışkanlığa yönlendiriyormuşum gibi, "Yok, ben kitap okumam. Başka bir şey yapsam?" diye ısrarla kendini koruyan öğrencilerim bile çıktı. Aynı şeyi yazılı ödev olarak verdiğimde sorun olmamıştı; çünkü bunun kaçamak yollarını bulmak kolaydı. Sınıfta tanıtılacak olması ise okumayı zorunlu kılıyordu. Zaten ben de okumaktan hiç hoşlanmayan bir kuşağa öğretmenlik yaptığımı böylece öğrendim. Bir de şiir... Aralarında şiir yazanlar var, biliyorum; ama "En beğendiğiniz şiiri ezberleyip sınıfta okuyacaksınız, not vereceğim" dediğimde de ortalık karıştı. En beğendiklerini bulmak için şiir kitabı karıştırmak gerekiyordu; bir de çıkıp herkesin önünde şiir okumak ya çocukça ya da pek kadınsı geldi çoğuna. Şimdi, dönem biterken biraz değişti gibi tablo. "Sayenizde okumaktan zevk alabileceğimi öğrendim" diyenler var. O hızla birkaç kitap daha okuyanlar, seçtiği yazarın öteki kitaplarını da aramaya başlayanlar, kitap okumanın pek de fena bir şey olmadığını keşfedenler... Üniversite, okuma alışkanlığı kazandırmak için elbette çok geç; ama raflarda tadını bilmedikleri bir meyve gibi duran kitapların onların keyifle okumaları için yazıldığını fark etmeleri için de son şans.
25 Mayıs Perşembe
Lütfetmiş, "CP" harflerini "ce-pe" diye okumamıza da izin vermiş reklam. "Si-pi piliç. Ce-pe de diyebilirsiniz" diyen reklamdan söz ediyorum. Bencileyin H. Nafi İpek de sinir olmuş. "Bakar mısınız, piliç almak istiyorum, ce-pe dışında hangi markalar var?" demekte kararlı. Olmaz mı? Sevimlilik çabası böyle ters teper bazen.
Yine 25 Mayıs Perşembe
Hem Gülseren Engin hem de Gönül Çatalcalı haber verdi: İzmir'de Egeli Kadın Yazarlar adlı bir girişim oluşturulmuş. Henüz altı aylık bir girişim olmasına karşın çeşitli paneller, söyleşiler, kitap kampanyaları yapmışlar. Hepsinden önemlisi, Halkın Basın Yayın Denetimi adlı başka bir girişimi de hayata geçirmeleri. Basın yayın organlarının son zamanlardaki sapıtmış gidişine karşı tümden çaresiz olmadığımızı anımsattığı için çok önemsediğim bir girişim bu. Belirledikleri amaçlar, ne yapmak istediklerini açık seçik söylüyor:
1. Her şeyin ancak ve yalnızca para ettiği/satılabildiği oranda "iyi, değerli" olduğu noktasından hareket etmeyi ilke edinen/varlık nedenini böyle açıklayan basın yayın kuruluşlarının, çağdaş bir toplumda durması gerektiği yeri anımsatmak...
2. Basın yayın araçlarının denetimini, hepimize yakışır biçimde ve öncelikle halkın bilinçli seslenişiyle yapmak...
3. Kamuoyunu, kendisini bunca doğrudan ilgilendiren bir konuda öncelikle harekete geçirerek, yayın dünyasının insan odaklı ve sevgiyle beslenen bir çizgiye doğru hızla yönelmesini sağlamak...
4. Bireylerde, halkın gücünün ortaya çıkarılması doğrultusunda farkındalık yaratmak...
Bu girişim, halkın tümüyle edilgen bir konumda kalmasına son verebilir mi, gerçekten "medya" üzerinden bir denetim gücü oluşturabilir mi? Katılımın yüksekliğiyle ve halkın sesini ne kadar duyurabildiğiyle ilgili sorular bunlar. Ayrıntılı bilgi verecek kişilerden biri olduğu için Gülseren Engin'in adresini vermemin umarım bir sakıncası yoktur: gulseren_enginyahoo.com
27 Mayıs Cumartesi
28 Mayıs Pazar
Ece Temelkuran, "Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita" kitabının başında diyor ki: "... Türkiye'de yoksulluğun insanları yeni bir hayat icat etmeye, kurmaya yöneltmeyeceğine inanıyorken gittim oraya. Fakat sonra yola çıkarken sorduğum soru, 'Onlar nasıl yapmış?'tan 'Biz nasıl yapabiliriz?'e dönüştü."
Demek insan, Venezüella'da gerçekleştirilenleri görünce böyle düşünebiliyor. Buraya döndükten epey sonra; yani şimdi de aynı soruyu sorabiliyor mudur acaba Ece Temelkuran; yoksa "Biz asla yapamayız" yanıtına çoktan ulaşmış mıdır? Ece Temelkuran'ın bu uzun; ama sevimli adı taşıyan kitabı, bir solukta okunuyor ve insanın içini, Türkiye için olmasa da insanlık adına umutla dolduruyor.
feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
08062006
Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
29 Mayıs Pazartesi
Söze, "Ben Paris'teyken..." diye başlamanın moda olduğu günlere yetişemedim; içimde kalmış. Anlatacağım şey şu: Ben Paris'teyken bir gün top sesleriyle uyandım. O gün yaşadığım şaşkınlığı her 29 Mayıs'ta anımsarım. Ne oluyordu? Niçin toplar atılıyordu? Sordum, öğrendim: Paris'in 2. Dünya Savaşı'nda Almanlar tarafından işgal edildiğini Fransızlara unutturmamak için atılırmış bu toplar. "Ey Fransızlar, unutmayın ki sevgili Paris'imiz bir zamanlar Almanların işgalinde kalmıştı" anlamına gelirmiş. Bu, anayurduna duyulan bağlılığı perçinleyen, başkentini sevgiyle sahiplenmeyi sağlayan bir anımsatmadır. Peki, bizimki nedir? Her 29 Mayıs'ta İstanbul'u yeniden fethetmek, İstanbul'un bir zamanlar bizim olmadığını, başkalarına ait bir kenti, onların elinden kan dökerek aldığımızı anlatmaktan başka ne işe yarar? Hatta, bir zamanlar bizim olmadığı gibi, günün birinde de bizim olmayabileceğini düşündürmez mi? İlhan Selçuk'un eski bir yazısını anımsıyorum. "Fransızlar Paris'i, İngilizler Londra'yı fethettikleri tarihi bayram olarak kutluyorlar mı?" diyordu ve hâlâ İstanbul'un fethini kutlamanın İstanbul'un bizim olduğuna inanamamak anlamına gelip gelmediğini soruyordu. Şimdi bir araştırma yapılsa, İstanbul'un da tıpkı Paris gibi düşman işgalinde kaldığını kaç kişi bilir? O işgalden kurtulduğu tarihi kaç kişi anımsayabilir? Özellikle gençlerin hiç unutmaması gereken tarih, 29 Mayıs değildir; 6 Ekim'dir. Yalnız şu var ki 6 Ekim takma palabıyıklı sahte Osmanlı leventleri ile kutlanamadığı gibi, gemileri karadan yürütme müsamerelerine de pek uymaz. 6 Ekim'in unutturulmaya, 29 Mayıs'ın canlandırılmaya çalışılmasının nedeni, keşke sadece bu olsa...
30 Mayıs Salı
Bugünkü Cumhuriyet'te de var. İlhan Selçuk bir kez daha soruyor: "Bir devlet yurdun en büyük kentini vaktiyle savaşarak nasıl ele geçirdiğini anımsatarak bayram yapar mı?" Radikal'de Türker Alkan da Yunanlıların baklavayı sahiplenmesinden girmiş konuya ve sözü İstanbul'un fethi kutlamalarına getirmiş: "Birkaç açıdan bu işte bir sakatlık var sanıyorum. Birincisi ve en önemlisi, İstanbul'u alışımızı her sene anmamız, İstanbul'un 'bizim' olup olmadığı konusunda tereddüt duymak anlamına gelmez mi? Bana sorarsanız İstanbul o kadar bizden bir kenttir ki bir zamanlar Bizans'ın başkenti olduğu aklıma bile gelmez. Ama İstanbul'un bir zamanlar Yunanlılara ait olduğunu her yıl bütün dünyaya anımsatmanın ne âlemi var, anlayabilmiş değilim doğrusu. 'Baklavayı siz değil biz icat ettik' diye kavgaya tutuş, sonra git, 'İstanbul aslen bir Yunan kentiydi' diye her sene davul zurnayla dünyaya ilan et."
1 Haziran Perşembe
Sema Kaygusuz'un "Yere Düşen Dualar" (Doğan Kitap, Mart 2006) romanı uzun süredir elimde. Notlar alarak, alt çizerek okuyorum; bu yüzden uzadı okuma süresi. Yabancı bir roman okumaya başladığım izlenimine neden kapıldığımı düşündüm önce. Romanın bir adada geçmesi, Rumca adların varlığı mıydı böyle düşünmeme yol açan? Yok. Galiba, kişilerin Sait Güler, Latife Keşal, Osman Melek, Süha Melek diye soyadlarıyla da verilmesi yarattı bu etkiyi. Önce, "... o uykuya dalar dalmaz üstüne sinen deniz kokusu merdivenleri sarmaya başlardı. Sanki terini bir acı gibi içinde tutardı da uyuyunca tere ve acıya söz geçiremezdi" (s.34) gibi, "Sokağa çıkar çıkmaz başıma üşüşen insanlardan kurtulmanın tek yolu, donuk susmaların ustası olmaktı" (s. 37) gibi tümcelerin altını çizmeye başladım. Sonra baktım ki bundan çok daha fazlası var. Üzümü, "Yumurta biçimli, eti beyaz, buğulu kabuğu yakut, çekirdekleri çift sayılı; iki gözlü, çok dillidir" diye tanımlaması, hem dili, hem üzümü iyi bildiğini gösteriyordu yazarın. "Dile ilk değişte baskın bir toprak tadı veriyordu. Genizden aşağı hızla kayarak zınk diye çakılıyordu insanın bağrına. Kırılgan, cam bir kazık oluyor, cam tadında hiçleşiyordu birden" (s. 97) demesinden yazarın şarabı da çok iyi bildiği anlaşılıyordu. Yalnız bu kadar mı? Roman ilerledikçe yazar balık konusunda da kesin konuşuyordu, at konusunda da. Roman kişilerinden birini, "... hangi kayanın altında orfoz uyur, uskumru akını ne zaman başlar, turnabalıkları neden yolunu şaşırır, bütün bunları bilmekle kalmaz, zamanı balığın algısıyla aynı tartımla duyumsar" (s. 159) diye anlatıyor, dedenin ağzından atın nasıl olması gerektiğini, bilgisinden kuşku duyurmayacak biçimde aktarıyordu: "Dişleri düz, ince; alt dudağı üst dudağından daha uzun olmalı bir atın. Burnu yukarı çekik görünmeli ki rahatça soluklansın; alnı aynı böyle yassı, kulakları uzun görünmeli (...) tırnakları uzun ve siyah, ökçesi değirmi olmalı; hayası, kirpiği, yelesi, kuyruğu siyah olmalı ki atın hünerinden kuşku duyulmasın." (s. 107)
Daha önce öyküleriyle sesini duyurmuş, öyküleriyle ödüller kazanmış Sema Kaygusuz'un ilk romanı bu. İlk roman olduğu için, biraz süslü, biraz özentili olmasını doğal karşılamaya hazırdım okumaya başlarken. Oysa, "Her adımda değişmesi gerekirken hep aynı görüntüyü veren paspartusuz bir orman taşıyordu sırtında" tümcesindeki "paspartusuz orman" tamlamasında olduğu gibi zaman zaman zorlama izlenimi veren sözcükler kullansa da genel eğilimi bu değil. Değişik, unutulmaya yüz tutmuş; hatta tümden unutulmuş, az bilinen sözcükleri uyudukları yerden çıkarıp kullanmayı seviyor. Az kullanılan sözcükler arasında eski olanlar da var, yeni olanlar da: "pelür, fosforışıl, ufunet, bungun, fırlak, fışkı, ebleh, arduvaz, içkin..."
Hiç duymadığım, ilk kez bu romanda karşılaştığım, "pürç, helis, lığ, çekmen" gibi sözcükler de geçiyor romanda. Yerel sözcükler midir bunlar, bilmiyorum. "Ben kendimi pürç sanırdım" (s. 129) denmiş örneğin. "Helisle kestiğin sağ kolun mu?" (s. 132) diye sorulmuş, "lığ" sözcüğü "lığlı toprak" biçiminde kullanılmış.
Yeni anlamlar kazandırarak parlattığı sözcüklerin, taze benzetmelerin, alışılmadık söyleyişlerin de üzerinde durulmalı. Daha doğrusu, üzerinde durulacak çok şey var daha; ama başka bir gün. Bugünlük ancak bu kadar...
feyzahepgmail.com
Yıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili Bölümü
Çukursaray Binası Kat: 2
Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
15062006
Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
4 Haziran Pazar
Cuma sabahı gitmiştim; iki yoğun günden sonra az önce Ankara'dan döndüm. Aynı gün içinde 10. Ankara Öykü Günleri kapsamında önce bir öykümü okudum; akşamüzeri bu yılın onur ödülü sahibi Füruzan'ın edebiyatçı kişiliğinin konuşulduğu bir panelde, gece de TRT 1'de canlı yayımlanan "Konuşuyorum" programında konuştum. Gece 3'e kadar sürdü program. Sözün tam bu noktasında aklıma diller arasındaki farkla ilgili ilginç bir nokta geldi. Az sonra değineceğim. TRT 1'deki program Türkçenin konuşulduğu bir programdı; ama bence Türkçenin ivedi çözüm gerektiren konularının hiçbirine çare bulamadan; hatta çare aramadan bitti. Gelelim diller arasındaki saatleri algılama ve adlandırmayla ilgili farka. Gece yarısından sonraki 3, "gece 3" müdür, "sabah 3" mü? İngilizcede gece yarısını geçtikten sonraki her an, sabah sayılmakta. Gece yarısından sonra yeni bir gün başladığı hesabıyla diyelim saat 01.00, İngilizce konuşanlar için "sabahın 1'i"dir. Türkçe konuşanlar için ise "gecenin 1'i"dir o saat. Buna getirebileceğim açıklama, bizim daha somut yaşadığımız, gün ışığını görmeden sabahın sözünü etmediğimiz yolunda olacak. Günün ışımasından önceki saatleri gece sayma eğilimindeyiz biz. Saatler güneşin doğmasına yaklaştıkça söyleyişimiz değişir çünkü. "Gecenin 1'i, gecenin 2'si"dir; ama "sabahın 5'i, sabahın 6'sı"dır.
Adnan Acar telefon edip saatlerle ilgili bir başka konuyu sormuştu geçen gün. "Saat 20.00'da" diye mi yazmalıyız, "saat 20.00'de" diye mi? Benden önce birkaç kişiye daha sormuş, herkesten farklı yanıtlar almış. Okumadığımız sıfırları dikkate alarak ek getirmenin doğru olmayacağı kanısında olduğumu söyledim. Kısaltmaya gelen ekin kısaltmanın okunuşuna uyması gibi, saate de okuduğumuz biçimi esas alarak ek getirmeliyiz. "Saat yirmi sıfır sıfırda" diye değil, "saat yirmide" diye okuyoruz. Öyleyse eki de buna göre getirmemiz gerek.
5 Haziran Pazartesi
Ankara Öykü Günleri'nin ilkine de katılmıştım, bu yılki onuncusu. Umarım sonuncusu olmaz. Şimdiye kadarki öykü günlerinin mimarı Özcan Karabulut veda etti çünkü. Bundan sonrakileri Edebiyatçılar Derneği ile Çankaya Belediyesi birlikte yapacakmış. Beş gün boyunca öykü konuşulması, öyküyle yaşanması ne kadar sevindirici. İlk yıl, iki - üç masanın çevresindeki bir avuç kişiye okunuyordu öyküler; bu yıl Çağdaş Sanatlar Merkezi'nin dopdolu salonuna. "Ankara Öykü Günleri"ydi, birkaç yıldır "Uluslararası Ankara Öykü Günleri" oldu. Uluslararası PEN Yürütme Kurulu Üyesi Eugene Schoulgin'in temsil ettiği Norveç'in yanı sıra bu yıl Avustralya, Makedonya, Finlandiya, Kanada, Bosna - Hersek de temsil edildi. Füruzan onur ödülü aldı, Eugene Schoulgin ve Doğan Hızlan da onur konuklarıydı. Bir de Erdal Öz vardı. Artık yaşamıyordu; ama oradaydı. Ölümünden sonra değiştirilmemişti program ve hep var görünüyordu. Hemen her oturumda ondan konuşulmasıyla oradaydı, hep masanın üzerinde duran fotoğrafıyla oradaydı. Hele Sevgi Özel, ona yazdığı bir mektubu okuyup onun çok sevdiği bir türküye başlayınca gözler sislendi, bulutlandı.
Yine 5 Haziran Pazartesi
Yalnız yazarlarda değil, başka kişilerde de gözlüyorum. Kimileri davranışlarıyla söylüyor, kimileri apaçık söze döküyor: "Ben çok önemliyim. Ben çok değerliyim. Biriciğim. Eşim, benzerim yok." Oysa söylenmeye başlandığı anda söyleyeni sevimsizleştiren, gözden düşüren sözler bunlar. Takdir edilmek için beklemeye sabırlar yetmiyor mu artık? Füruzan'a bu bakımdan da hayran oldum. Kendini övmelere hiç kalkışmadı, yüce gönüllülüğü hiç elden bırakmadı. 35 yaşındaki Parasız Yatılı dün yazılmış kadar taze duruyor hâlâ, Füruzan da 35'inden gün almaya henüz başlamamış gibi görünüyor.
6 Haziran Salı
Pek çok kitapla döndüm Ankara'dan. Türk Dil Kurumu, şimdiye kadar "İmlâ Kılavuzu" diye yayımladığı kitapçığa sonunda "Yazım Kılavuzu" demeyi başarmış. TRT 1'deki canlı yayına katılan bütün konuşmacılara "Atatürk ve Türk Dil Kurumu" adlı kitapla, ilköğretim okulları için hazırlanmış sözlük ve yazım kılavuzları da dahil, birer takım hediye edildi. Edebiyatçılar Derneği, Orhan Tüleylioğlu'nun hazırladığı, Küba'nın efsaneleşmiş şairi José Marti'yi anlatan "Savaşçı ve Şair José Marti" adlı kitabı hediye etti. Sonra dergiler: Atılım Üniversitesi'nin "Geleceğe İZ bırakın" üst başlığıyla çıkardığı derginin adı: İZ. "Ekin Sanat"ı 1980'li yıllarda öğrencim olmuş Cem Erdeveciler hediye etti, üçüncü şiir kitabı "Yağmurayak" ile birlikte. "Kum" dergisiyle birlikte yeni kitabı "Yaratıcı Yazarlık ve Deneysel Düşünme"yi hediye eden ise Aydın Şimşek. Sevimli mi sevimli bir masal kitabım da oldu: Eda Şimşek'in "Barış Ağacı". Zehra Çam'ın şiir kitabının adı: "İkircikli Gece". Bu kitaptan bir alıntı: "canımdan usandım da bir gün / ateş olayım dedim / düştüğüm yeri yakamazken / tutuşturdum kurunun yanında yaşı / alevimden utandım."
9 Haziran Cuma
Sema Kaygusuz'un romanıyla ilgili yazacaklarım vardı daha; ama yerim daraldı. Haftaya artık!
12 Haziran Pazartesi
Bora Durmuş, Ebru Akel adlı TV sunucusunun "Ben narsist değilim ama kendimi seviyorum" demesine takılmış. Haklı. Sözlüklerde "narsist" sözcüğünün karşısında "özsever" yazar. Özsever; yani kendini seven. Çok önemli bir şey daha söylüyor Bora Durmuş: İGDATO (İngilizceymiş gibi duran, aslında Türkçe olan) sözcüklerle ilgili eleştirimden dolayı kendisini Türkçe Gönüllüsü olarak gördüğünü ve kendisi gibi düşünen arkadaşlarıyla birlikte yanımda olduklarını belirtiyor ve "Sizi takip edeceğimizi bilmenizi isterim" diyor. İnsanın moralini düzeltiyor bu sözler, olumsuz eleştirilerin yıkıcılığını azaltıyor.
feyzahepgmail.comYıldız Teknik ÜniversitesiTürk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
22062006
Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
13 Haziran Salı
"Köpeklerin uluduğu ikinci gece, kabuğunu kaldırdığı bir üzüntüyü kanatarak anlattı bunları. Kepazenin tekiydi, demişti. Cümlenin sertliğini taşımayan alçak bir sesle. Kızgınlığı hâlâ kordu." (s.113) gibi, "Filizkıran fırtınasının yeşili üzdüğü zamanlardı." (s. 98) gibi, "... gözlerinde cam kırığı bir ihtiras çakardı." (s. 176) gibi, anlatılması zor olanı kolayca söyleyivermiş görünen bir anlatımı var Sema Kaygusuz'un. Kimi zaman da düpedüz şiir oluyor anlatımı: "Annesinin gövdesinden zamansız dışlanmış, kendiliğinden uzayan bir cümleyim", "İmgem kendini döllüyor." (s. 130) Benzetmeleri çok taze: "Çatık kaşlı esmer bir dünyanın içinden, hayatında ilk kez kumral bir adam görüyormuş gibi bakardı denize." (s. 125) Tümceleri anlatıma göre devinim kazanıyor ya da durağanlaşıyor: "Kaslı bacakları düzlüğe hemen alıştı. Saçları kumrala çaldı. Tuz kar tanesinin yerini aldı. Karada bildiği ne varsa, her türlü yaratık, solungaçlı bir kılıkla tekrar karşısına çıktı." gibi, kısa kısa, hareketli tümceleri de var, tam 130 sözcük içeren, 18 satır süren tümceleri de (s. 103). Yine de hiç kolay okunacak bir roman değil "Yere Düşen Dualar". Hemen her tümcede durup düşünmeyi gerektirmesinden değil; okuru sürekli tedirgin ve kendisinden uzak tutmasından. Başlangıçta önünüze anlatılmamış bir dünyanın kapılarının açıldığını duyumsuyorsunuz; ama roman ne kadar ilerlerse ilerlesin bu ilginç dünya sizi dışarıda bırakmaya devam ediyor. "Kirden kurşunileşmiş kırış kırış bir çarşaf", "Kocasını neresinden yemeye başlayacağını tasarlayan iri gözlerle derin derin soluyor.", "Babasının örtülü cesedinin başında boynunu büktü, sağgözünü yumdu ve dedi ki, bundan böyle kimin bokunu avuçlayacağım ben." (s. 174, 175) diye anlatılan, kocalarını, babalarını yiyen kadınlar, kızlar; nehrin çamuruyla birlikte altın yutan babalar, onun bokunu avuçlayıp altın arayan oğullar... Okurun bunlarla bütünleşmesi söz konusu değil. Yazar da bunu istemiyor zaten. Okuru romana belli bir uzaklıkta tutmak istiyor ve bunu başarıyor.
15 Haziran Perşembe
Nasıl şirin, nasıl güzel bir buluş: Şiir - mektup. Bir zarf... Zarfın üstünde seçkinin adı yazıyor: Mavi Liman. Sol üst köşede gönderenin adı: Erol Özyiğit P. K. 1 Şirinevler / İstanbul. Pulun bulunması gereken yerde pul biçiminde bir damga: "Şiir Seçkisi 1 YTL" Zarfı açıyorsunuz, dörde katlanmış bir kâğıt, önü arkası şiir. Meğer şairler toplanıp size mektup yazmışlar. Tam bir yıldır yazıyorlarmış. Yalnız şiir değil, son sayıda "Issız bir adaya düşmesem de yanıma alacağım üç şiir kitabı" deyip şairleri ve şiirlerini sıralamışlar. Arif Damar, İsmet Özel'in "Seçme Şiirler"ini, Turgut Uyar'ın "Büyük Saat"ini, Ece Ayhan'ın "Yort Savul"unu alırmış yanına. Sunay Akın, Nâzım Hikmet, Orhan Veli ve Cemal Süreya'nın "Bütün Şiirler"ini; Nevzat Çelik, Ahmet Arif'in "Hasretinden Prangalar Eskittim"ini, Nâzım Hikmet'in "Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı"nı, Edip Cansever'in "Yerçekimli Karanfil"ini alırmış. Erol Özyiğit'in elektronik posta adresi: erolozyigitmynet.com
18 Haziran Pazar
"Akşam" gazetesinden telefon edip sormuşlardı: "Olimpiyadı mı, olimpiyatı mı?" Yabancı dillerden gelen sözcüklerin Türkçenin kurallarına uyması gerektiğini candan savunan biri olduğum halde "Olimpiyadı doğrudur." diyemedim. Saat, saadi değil saati; fiyat, fiyadı değil fiyatı olurken düzenlenen etkinliğin adı da "Türkçe Olimpiyadı" değil, "Türkçe Olimpiyatı" olmalıydı.
Sevinmek için neden bulmakta sıkıntı çekenlerden olduğumuza göre sevinme fırsatlarını iyi değerlendirmeliyiz. Türkçe Olimpiyatı'nın yapılacağı yerin adı, bu etkinlikle alay eder gibi, "Myshowland"di; "İstanbul Gösteri Merkezi" diye değiştirilmiş. Demek yapılabilirmiş. Milliyet'te Mehmet Y. Yılmaz, "Türkiye'de, Türk şirketlerine ait ve içinde Türklerin çalıştığı binalara İngilizce isimler konmasındaki garipliği, bulduğum her fırsatta dile getirdim." demiş. Nerede söylemiş bunu? "Doğan Medya Center"de. Ne yaman çelişki, diyeceğim; diyemiyorum. Bir umut! Bakarsınız onu da düzeltirler, "Doğan Basın Yayın Merkezi" olur. Olur mu? Onlar söylerse, onlar isterse olur? Kim özendirdi bu İngilizce adlara, kim kendi dilinden utanır duruma soktu halkı? Türkiye'ye durmaksızın İngilizce pompalayan, televizyonu, radyosu, gazetesi ile onlar. Bu girilen yolun yanlışlığı çok geç olmadan fark edilmeli. Düzeltmek için ilk adımı yine onlar atmalı, bozanlar. Beni, Türkiye'nin kendisine yabancılaşması, Türkçeyi yaşayamaz ve yaşatamaz duruma düşmesi kadar endişelendiren şey, ülkenin Türkiye olmaktan çıktığı fark edildiğinde patlayacak yıkıcı öfkedir. İş işten geçmeden, Türkiye bu sömürge görüntüsünden kurtulmanın yollarını bulmak zorunda.
20 Haziran Salı
İstanbul'da bile, haftalık değil, aylık dergi çıkarmak zorken bunu İzmit'te yapmak kesinlikle alkış gerektirir. Milliyet Sanat eskiden on beş günde bir çıkardı; o da aylık dergi oldu nicedir. İzmitliler ne kadar şanslı olduklarının farkındalar mı acaba? Tanju Cılızoğlu'nun genel sanat yönetmenliğinde yayımlanan "Bizim Sanat" adında haftalık bir kültür sanat dergileri var. Hem de nasıl dolu dolu bir dergi. Anadolu'daki etkinlikler, Anadolu'daki yayınlar, oralardan gelen dergiler, gazeteler hep heyecanlandırır beni. Devrek'ten gelen aylık kültür ve edebiyat dergisi "Şehir", Kültür Sanat Düşün Bülteni "Sunak", Siirt'ten "Mücadele", Kahramanmaraş'tan "Mil - Can", Mersin - Silifke'den "Andız", Didim - Akköy'den "Akköy" ve daha niceleri.
Kültür sanat etkinliklerinin çoğunu İstanbul'da toplamak, bütün sanayi yatırımlarını İstanbul'a yapmak kadar tehlikeli. Osmanlı belki de Anadolu'yu ihmal ettiğinden çöktü; aynı hatayı Türkiye Cumhuriyeti yapmamalı. Konserleri, resitalleri, festivalleri Anadolu'ya yayın. Kültür sanat olmadan yücelebilir mi insan, güzelleşebilir mi? Siirt Tiyatro Festivali, Adıyaman Sinema Şenliği, Muş Sanat Şöleni... Hoş olmaz mı? Ülkenin bir yanı Batılılaşmada Avrupa'yı sollamış, Amerika'ya varmışken öteki ucu diplere dalmasın, mağara devrinin derinliklerinde kaybolmasın.
feyzahepgmail.com
Yıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili Bölümü
Çukursaray Binası Kat: 2
Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
29062006

FeyzaHEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
21 Haziran Çarşamba
Din dersi öğretmeni ilk dersinde öğrencileriyle tanışmak istemiş. "Senin adın ne?" diye sorduğu öğrenci, "Fatih efendim." deyince, "Oku bakayım bana bir Fatiha Suresi." demiş. Çocuk okumuş sureyi. Sonra bir kız öğrenciye dönmüş öğretmen. Kızın adının Kevser olduğunu öğrenince ondan da Kevser Suresini okumasını istemiş. O sırada gözü, sıranın altına saklanmaya çalışan çocuğa takılmış. "Senin adın ne?" diye ona sormuş bu kez. "Yasin efendim." demiş çocuk. Başına geleceği anladığı için hemen arkasından eklemiş: "Ama arkadaşlar bana kısaca Tebareke derler."Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü Türkiye'de en çok kullanılan özel adları açıklamış. Erkeklerde Mehmet, kadınlarda Fatma başı çekiyormuş. Ben de not işlemlerini bitirince öğrencilerimin adlarının bir dökümünü yaptım. Erkeklerde Mehmet, benim listede de başta. Türkiye genelinde olduğu gibi, Mehmet'ten sonra Mustafa geliyor; ama üçüncü sıradaki erkek adı Ahmet, Ali, Hüseyin... değil, Onur. Üstelik % 2, 54 olan Mehmet'lere yakın bir oranda: % 2, 07. Çocuklara verilen adlar, toplumsal eğilimleri, o dönemdeki toplumsal psikolojiyi, özlemleri yansıtan önemli göstergelerden sayılmalı. Öğrencilerimin ortalama 20 yaşlarında olduğu hesabıyla 20 yıl öncesinde (demek ki az öncesi ve az sonrasıyla 1986) "onur", çocuklara ad olarak konacak kadar özlenen, ulaşılmak istenen bir erdem anlamı taşıyormuş. 35 yıldır öğretmenlik yapan biri olarak çeşitli dönemlerde hangi adların öne çıktığını anımsamak, adların toplumsal duyarlılıkları gösterdiğine ilişkin yargımı güçlendiriyor. 12 Eylülden önce Devrim, Eylem, Barış, Özgür adları konurdu çocuklara. Şimdi otuzlu yaşlarına yaklaşmış olmalı onlar ve kendi çocuklarına hangi adları koyuyorlardır? Benim listede kızlarda en çok rastlanan ad, Türkiye genelindeki gibi Fatma değil, son yılların moda adlarından biri: Merve. Mustafa Can, Ahmet Can gibi sonuna Can eklenmişlerle Aslınur, Esranur gibi Nur'la birleştirilenlerin yanı sıra, en çok Furkan, Büşra, Talha, Sümeyye gibi İslami adlar konuyor çocuklara şu günlerde. Bir de Ada var. Pek ileri görüşlülerimiz AB'ye girdiğimizde Avrupalılar söylemekte zorluk çekmesinler diye bu adı fazlasıyla yeğlemekteler. Baran, Havin, Berivan gibi Kürtçe adlar bir ara moda olduysa da bunda Kürtlere duyulan ani sevgiden çok, televizyon dizilerinin etkisi ağır basmıştı. Zaten televizyonun özendiriciliği her zaman vardır. Siyah beyaz televizyonlarla tanışmanın heyecanı içinde olduğumuz yıllarda çocuklara yabancı dizilerdeki adların verildiğini bile duyduk, okuduk hep. Dallas dizisindeki ünlü Ceyar'ın (JR) oğlunun adını taşıyan Janras ile Tatlı Cadı dizisindeki cadının adını taşıyan Sementa, çoluğa çocuğa karışmıştır şimdi. Televizyonun etkisinin günümüzde de sürdüğü dikkate alınırsa önümüzdeki yıllarda moda olacak kız adlarını söylemek için bilici olmaya gerek yok. Gümüş'lerle, Mavi'ler büyümeye başlamıştır bile.
23 Haziran Cuma
"Lütfen, bu yanlış anlatımın düzeltilmesi için, gereğini yapar mısınız?" diyen okurum Tarık Konal sözü ve olayı aktarmış: "Ünlü bir sporcu sakatlanmış. Oysa, takımının o hafta sonu çok önemli bir karşılaşması varmış. Oynayabilmesi için, kulübün doktorları, oyuncuyu iyileştirmeye çalışıyorlar. Buraya kadar anlaşılmaz bir şey yok. Bu olay kamuoyuna, 'Doktorlar, sporcuyu maça yetiştirmeye çalışıyor.' biçiminde anlatılıyor. Sanki, doktorlar bir taksi tutmuşlar, maça geç kalmış olan ünlü sporcuyu maça yetiştirmeye çalışıyorlarmış gibi..." Sözcük tasarrufu amacıyla böyle aktarmalar çok sık yapılıyor. "Maç için, maç gününe kadar" denmeye çalışılmış. Çok can yakıcı bir hata değil bence. ''İstanbul'da depreme karşı binaları güçlendirmekte ağırdan alan belediye kaldırım sezonunu açtı." tümcesinin "düşük" olduğunu söyleyen Yakup Almelek ise "'Güçlendirmekte ağırdan alan'' mı, 'güçlendirmeyi ağırdan alan' mı?" diye soruyor ve doğrusunun, "İstanbul'da depreme karşı binaları güçlendirmeyi ağırdan alan belediye kaldırım sezonunu açtı." olması gerektiğini söylüyor.Ağırdan almak, (bir işi) ağırdan almak olduğuna göre, doğru söylüyor; ancak o tümcede "depreme karşı" sözünün yeri yanlış. Kimi binalar deprem karşıtı olmuşlar gibi bir anlamın doğmasına yol açan "Depreme karşı binalar" sözcük öbeği sorun yaratıyor. Söylenmek istenen herhalde şudur: "İstanbul'da binaları depreme karşı güçlendirmeyi ağırdan alan..." Başka soruları da var Almelek'in; ama onlara teker teker yer vereceğim.24 Haziran Cumartesiİlginç sorularını yanıtlamaya çalıştığım okurlarımdan biri de Romanya'dan Nicolae Florica. Geçenlerde "Romanyalı" anlamındaki sözcüğün Romen mi, Rumen mi olduğunu sordu. Türkçe okuduğu zaman Romen ve Romence olarak öğrenmiş; ama sonra, Romanya`da Türk okulları açıldığında oradaki kitaplarda Rumen ve Rumence biçimlerini görmüş ve öyle kullanmaya başlamış. Son yıllarda ise Türkiye`ye sık sık gidip gelen bir dostu, Romanya'daki Türklerin de Türkiye'den gelenlerin de hep Romen dediğine dikkatini çekince aklı iyice karışmış. Gerçekten karıştırılıyor bizde de. Doğrusu şöyle: Roman: ÇingeneRomen: Romalı Rumen: RomanyalıMesut Ersönmez'in sorusu ise daha zor. Dünya Kupası haberlerinde "Almanlarla Polonyalıların maçı" denmesinden dolayı aklına takılmış. Birde cetvel yapmış.Almanya, İtalya, Romanya, Polonya: Alman, İtalyan, Romen, PolonyalıBulgaristan, Macaristan, Yunanistan: Bulgar, Macar, Yunan"Ülke ve ulus adlarında nasıl bir kural var? Bu kural değiştirilebilir mi?" diyor ve ekliyor: "'Yunanlı' demek yanlış, 'Yunan' demek doğru diye biliyorum. Neden 'Polon' denmiyor? Bu konuda önerebileceğiniz bir yazı ya da kaynak var mı?" Romen demek de yanlış, doğrusu Rumen. Peki ötekiler?..n feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
06072006

Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
25 Haziran Pazar
"Harika bir ülke olarak süper bir gelişim gösterdik ya biz, aman da bravo bize..."ymiş. Adam bıçaklayan kadını "lönk diye" sahneye çıkaran da bizmişiz, "bir mankenin salak bir muhabirle yaptığı dandik röportajı gecenin birinde izlemeden yatma"yan da. "Kuzu sesinin 'me' olduğunu çözdüğümüz bulmacalarla kendimizi zeki sanır"mışız. "Hem hayvana tecavüz eder hem namus için adam doğrar"mışız. (Özgür Yici, Haftalık, 16 - 22 Haziran 2006, sayı: 167, sayfa: 2) Bu bir dergi yazısı. Hemen sonra baktığım bir gazetenin köşe yazısında, "Süte su katan üretici"den, "demirden çalan müteahhit"e, "çocuğunu en küçük yaramazlıkta sille tokat döven baba"dan, "arabasını geçitteki yayaların üzerine süren taksi şoförü"ne kadar pek çok tip sıralandığını ve ne zaman adam olacağımızın sorgulandığını okuyunca dayak yemiş gibi oldum. "Kişisel çıkarlarımızı adalete boyun eğer hale getirdiğimizde 'adam oluruz' ancak... O güne kadar, kuralsız bir cehennemde ayakta kalma yarışıdır ömrümüz." (Yiğiter Uluğ, Vatan İki, 23 Haziran 2006, sayfa: 21) diyordu yazar. Gazetecilerin, her toplumda görülebilecek kimi sapkınlıkları toplumun geneline mal ederek kendi insanlarını aşağılamak, onların anlamlı ve güzel işler yapma cesaretlerini tümden yok etmek gibi bir görevleri mi vardır? O alay ettikleri insanların bu duruma gelmesinde "medya mensubu" olarak kendilerinin hiç mi payı yok? Her gün kafasına vura vura terbiye etmeye çalıştığınız babayı, çocuğunu dövüyor diye ayıplamaya hakkınız var mı? Hangi ülkenin gazetecisi halkını bu kadar küçümser, halkıyla bu kadar alay eder? Çinlileri, Hintlileri, Japonları da böyle küçümser mi gazetecileri? Bir Fransız gazeteci Fransızları, Amerikan gazeteci Amerikalıları böyle aşağılayabilir mi? Her gün bu sözleri duyan kişinin kendine güveni, kendine saygısı kalır mı? Peki bu insanın diline saygısı ve dilini savunma cesareti kalır mı? Türkçenin Türkçe olmaktan, Türkiye'nin Türkiye gibi görünmekten çıkmasında özgüveni yerle bir eden bu tutumun rolü mutlaka hesaba katılmalı.
27 Haziran Salı
Yeşilırmak'ın yeşil aktığı için, Kızılırmak'ın ise üzerinden geçtiği topraklardan dolayı kırmızı göründüğü için Yeşilırmak ve Kızılırmak adlarını aldığını bilmiyor olmam büyük bir ayıp doğrusu. Kızılırmak'ı hâlâ görmedim; ama Yeşilırmak'ın yeşil yeşil aktığını bugün gördüm. Amasya'dayım. Deniz, ırmak, göl kıyısında olan bütün kentlere suyun kazandırdığı güzelliklerin yanında mimarisiyle de tarihiyle de yaşanası bir şehir Amasya. Henüz her yerini gezme fırsatım olmadı. İki buçuk saat kadar süren konferansın yorgunluğunu atmak için öğretmen ve öğretim üyesi hanımlarla şehre tepeden bakan bir kafede semaver çayı içtik az önce. Semaver, Amasyalıların yaşamında çok önemli. Bir yudum alsalar bile çayın semaverde yapılıp yapılmadığını anlıyorlar. Akşamki Hüseyin Turan konserinden önce biraz dinlenmek için otele döndüm. Şimdiye kadar, Türkçe konusundaki hemen her konuşmamı, Türkçenin kurtuluşunun gençlere, gençlerin Türkçe davasına sahip çıkmasına bağlı olduğunu söyleyerek bitirdim. Amasya'da, kendilerine "Ata Türkçeciler" diyen gençlerin çalışmaları bu yüzden çok ilgilendiriyor beni. Bir yıldan beri çalışıyorlar. Onlar sayesinde, Amasya'da yabancı ad taşıyan işyeri neredeyse kalmamış. Türkçeyi seviyor ve korumak için çırpınıyor olmalarının altında herhangi bir siyasi görüşün etkisini aramaya kalkıp bu çocukların cesaretini kırmamalı. Şimdiye kadar Türkçenin başına ne geldiyse Türkçeye politik yaklaşmaktan ötürü geldi. Herkes kendi politik bakışı çerçevesinde yaklaştı. Oysa Türkçeden yana olmak, önkoşul gerektirmemeli. Bu milliyetçilik değil, muhafazakârlık hiç değil. Küreselleşme adı altında dillerin, kültürlerin yok edilişine karşı alınması zorunlu bir tavır. Yalnız dile değil, insanın insan olarak kendisine göstermesi gereken saygının da gereği.
29 Haziran Cuma
"Çarpıklığı işaret" mi "çarpıklığa işaret" mi? Yakup Almelek'in bir sorusu... Tümcenin tamamı şöyle: "Yazar, toplumumuzda gözlemlediği bir çarpıklığı işaret ediyor." Eylemler yapılışlarına göre nesne ya da dolaylı tümleç alır. Dolaylı tümleç (adı üstünde) eylemle dolaylı bir ilişki içindeki kavramın görev adıdır; nesne ise eylemle doğrudan bir ilişki içindeki kavramın. "İşaret etmek" yerine Türkçesi; yani "göstermek" eylemi kullanılsaydı, nesne gerekecekti: "Bir şeyi göstermek". Ama "işaret etmek" için "bir şeyi işaret etmek" denebileceği gibi, "bir şeye işaret etmek" de denebilir.
4 Temmuz Salı
Türkan Yeşilyurt'un "Yasakmeyve" yayınlarından çıkan, özellikle ters takılmış, lacivert - mor kapağıyla insanı şaşkına çeviren haşarı kitabı "dün kendimin önünden geçtim" özellikle üzerinde durmak için ayırdığım şiir kitaplarından. Şiirlerin adı da kitabın adı gibi zengin çağrışımlı, esprili: "Halüsinasyon çiçeklerini vazoya koydum", "Özür dilerim kesici bir alettir aşk", "Şarkıya dargın nota sehpası", "İç hayatımı dış hayatıma nasıl sığdıracağım", "Kalakaldım uzun konçlu çizmelerle", "Kedi gibi hırlayan tüylü gece", Öldürme yaşım geldi"... Bu son şiirden bir tadımlık: "göbeğinden zımbalı sıfır / iki nüshayım suretim aslım kayıp / borca batak bilançoyum / kaç poşet panik her akşam kapı önünde"
feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
13072006
Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
4 Temmuz Salı
Yakup Almelek'in bir sorusu: "Kişi bir şeyle mi tökezler"; yoksa "bir şeyde mi tökezler"? Bir romanın başlangıç tümcesiymiş galiba: "Aşkla tökezleyen kadınlardan biriydi." "Aşkta tökezleyen kadınlardan biriydi." olması gerekmez miydi, diye sormuş Almelek. Bu ikisi farklı anlamlar gibi görünüyor. Düz anlamı elbette bir şeyde tökezlemek; ama bir şeyle tökezlemek de pek yanlış gelmiyor; kişi bir şeyde tökezlediği gibi, bir şeyle de tökezleyebilir sanki. "İle" sözcüğünün ekleşmiş biçimi olan "-la, -le", eklendiği sözcüğe "araç, birliktelik, neden, durum vb." anlamlar katabilir.
6 Temmuz Perşembe
Yerel basının, gördüğüm kadarıyla en büyük hatası, yaygın basını takip etmesi. Yaygın basındaki yanlışlar yineleniyor, yinelenerek çoğalıyor. İnsanlar her gördüklerini yanlış okurmuş, her işittiklerini yanlış duyarlarmış gibi, "Evet, yanlış okumadınız.", "Evet, yanlış duymadınız." diyerek herkesi aptal yerine koyma onlarda da var. Belli durumları anlatacak tek ifade biçimi varmış gibi, her seferinde, "Bir facianın eşiğinden dönüldü.", "bir sevgi yumağı oluşturuldu." demeler de öyle. Aynı kalıplaşmış ifadeler, aynı gösterişli, özentili söyleyişler... Gazete yazısında olmaması gereken uzunlukta ve dolambaçlı tümceler ve elbette yazım konusu... Koskoca Türkiye'de ayrı yazılması gereken "da,de"leri, ek olan ve bu yüzden bitişik yazılması gereken "-da, -de"lerden ayıran pek az kişi kalmış gibi görünüyor. Noktalama işareti kullanmayı da en aza indirdik. Türkçeyi noktalama işareti olarak nokta ve virgülden başka işaret tanımayan bir konuma indirmeyi başardık. Aferin bize!
Yine 6 Temmuz Perşembe
Türkiye'de genel bir "medya" sorunu var. Hülya Avşar'ın külodunun göründüğü fotoğraf, bir haber değeri taşıyor ve ilk sayfadan gazeteye girebiliyorsa yalnız spor (Öyle ya, tenis maçında çekilmişti o fotoğraf.) basınında değil, genel olarak basında bir sorun olduğu açıklanmış olmuyor mu? Bunu dile getiren, katılımcı gazetecilerden biriydi. Konuşmamın soru - yanıt bölümünde çok güzel sorular soruldu; çok ilginç açılımlar yapıldı. Cumhuriyet gazetesinin Muğla muhabirinin dikkat çektiği, Türkçe kullanımındaki yoksullaşma örnekleri de çok önemliydi. Başbakanın birilerine "yemek verdiği" haberi herkese alışıldık bir söyleyiş gibi gelmekte. Oysa "törensel yemek" anlamında "şölen" diye bir sözcüğümüz var. Başbakanın verdiği yemekler için bile kullanılmayacaksa nerede kullanılacak bu sözcük? Bir de "taşıt" yerine "araç" deme alışkanlığı yaygınlaştı. "Taşıt aracı" demek yanlıştır; ama yalnızca "araç" demek de yanlıştır; "taşıma" işinde kullanılan araca "taşıt" diyoruz biz.Yine ve hâlâ
6 Temmuz Perşembe
Marmaris'ten gelen Gazeteci Umur Özlüer, Hürriyet Ege'den kesip önüme koymasaydı belki de dikkatimi çekmeyecekti. "Hanutçuluğa son kampanyası" açılmış Marmaris'te. Marmaris, İçmeler, Armutalan sokaklarına İngilizce, Almanca, Rusça, Flamanca... ve Türkçe olarak, "Misafirlerimize saygı duyun. Hanutçuluğa son!" yazılı pankartlar asılmış, el ilanları dağıtılmış.. Kimlere derseniz, yukarıda sayılan dillerin sahiplerine; yani turistlere. Bu, pek anlamsız bir şey olmamış mı? "Konuklarımızı rahatsız etmeyelim." diyorsunuz ve bunu konuklarınıza söylüyorsunuz. Rahatsız edenlere söylemeniz; hatta konuklar duymasın, anlamasın diye yalnızca Türkçe söylemeniz gerekmez mi? Bu arada, gazetede açıklanmıyor; ama "hanutçuluk" turisti kolundan bacağından çekiştirip ona zorla bir şeyler satmaya çalışmak demek. Gerçekten çok rahatsız edici bir durum. Yine de turiste değil, bu saygısızlığı yapanlara ve onların bildiği, turistlerin ise bilmediği dille; yani Türkçe söylenmesi uygun olurdu.
8 Temmuz Cumartesi
Ayvalık'a geldiğim gün, Ayvalık'la ilgili öykümün (Venezis'in Evi) Cumhuriyet Cumartesi ekinde yayımlanması, eğer özenle koyduğum düzeltme işaretlerinin yerinde yeller estiğini görmeseydim hoş bir sürpriz olacaktı. "Kaniye" adının böyle, düzeltme işaretsiz yazıldığını görünce, "Nasıl yaparım bu yanlışlığı!" şaşkınlığıyla kendimi ayıpladım önce; ama bütün "hâlâ"ların "hala" diye yazılmış olduğunu görünce uyandım. Hayır, ben böyle yazmış olamam. Yaşamöykümün 1986'da kalmasına; son yirmi yılımı yaşamamış sayılmama, bu gazeteye her hafta, hiçbir karşılık beklemeden yazı yetiştiriyor olmamın görmezden gelinmesine bir şey demiyorum; ama Türkçemin düzeltilmesi (!) çok ağır geldi bana; öykümü gazetemde görme sevincini doğru dürüst yaşayamadım.
feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
20072006
Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
9 Temmuz Pazar
TRT int'te Yedikule Zindanları'ndan bir konser... Sabahat Akkiraz söylüyor, türküler, deyişler, uzun havalar... Yurtdışında yaşayan Türklere Anadolu yaylalarının, bayırlarının, koyaklarının esintisini taşıyan, memleket havasıyla soluklanmalarını sağlayan bir program. Ama ne yazık ki adı, buram buram Anadolu kokan bu programla hiçbir biçimde bağdaştırılamayacak bir ad: "Seven Towers of Istanbul". Yalnız Almanya'da iki milyondan fazla Türk yaşıyor; resmi dilleri Almanca. Fransa, Hollanda ve öteki Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklere, Türkçenin türküleştiği bir konser neden İngilizce adla sunulsun? Üstelik "Yedikule" bir özel addır, yer adıdır, bileşik sözcüktür; "seven towers" (yedi kule) değildir ki! Hiçbir açıklaması yok; neresinden bakarsak bakalım yanlış!
12 Temmuz Çarşamba
Türkçenin eklerle ne kadar önemli bir işlevsellik kazandığını vurgulamak için "yakalayamayabiliriz" sözcüğünün İngilizcede nasıl söylendiğini sorarım bazen. Dilimizi aşağılamak için hiçbir fırsatı kaçırmayanların yüzlerinde bir Türkçe sözcüğe karşılık, kaç sözcüğü art arda sıralamak zorunda kaldıklarının şaşkınlığını okumak pek hoşuma gider. Rüştü Erata, benimkinden daha iyi bir örneği, "'Globalleştiği' söylenen gezegenimizin 'global' dili olduğu öne sürülen İngilizce'yi neredeyse 'kutsal' kabul edenlere..." sunusuyla göndermiş. Türkçesi, "Ankaralılaştıramadıklarımızdan mısınız?" olan tümcenin İngilizcesi şöyle: "Are you one of those people whom we tried unsuccessfully to make resemble the citizens of Ankara?" İngilizceyi küçümsemek için değil, Türkçeyi önemsemek için, Rüştü Erata'nın dediğini yineleyebilir miyiz şimdi? "Bir Türkçe sözcük 17 İngilizce sözcüğe bedeldir!"
14 Temmuz Cuma
Yıllar yılı Türkçeden uzak yaşayıp Türkçe duyumsamak, Türkçe düşünmek, Türkçe sevmek, Türkçe yazmak kim bilir ne zordur! Gültekin Emre 1980'den beri Berlin'de öğretmenlik yapıyormuş. İlk şiiri 1977'de yayımlanmış. Elimdeki kitap 1977 - 2004 tarihleri arasında yazılmış şiirlerden yapılmış bir seçki. Adı: "Melez" (Yom Yayınları, Nisan 2005). Kitabın bir seçki olduğu iki sözcükle; olabilecek en özlü biçimde belirtilmiş: "Şairince seçilenler". Böyle denmesi hoşuma gitti; çünkü "toplu şiirler" dendiğinde "toplu" sözcüğünün birbirinden farklı çağrışımları giriyor işin içine. "Bütün şiirleri" sözü, şairinin artık yaşamadığı izlenimini veriyor. Böylesi güzel. Şiirlerin dağıldığı zaman aralığı ise "2004 - 1977" olarak verilmiş. Bu da iyi. Demek ki en yeni şiirlerden başlıyorsunuz okumaya ve daha okuduğunuz ilk şiiri ezberlemek istiyorsunuz:
"Ömrüm sen karışma bu işe / Kenarda dur yine, biriktir alkışları / Atılan taşları, karanlığı delen bakışları
Ömrüm sen karışma bu işe / Ben döner gelirim bir gün yine / Göğsüm, kalbim yara bere içinde
Ömrüm sen karışma bu işe / 'Bu aşk hiç bitmesin diyedir' / Ölümle ölür gibi sevişme"
Şiiri şiir yapan nedir? Nereden anlar, nasıl ayırt ederiz güzel şiiri? Ses, güzel şiirin kaçta kaçıdır? Bu şiir neden bu kadar güzel? Bilmiyorum. Kötü şiirin neden kötü olduğunu açıklamak kolay; ama iyi şiirin gizini çözmek zor, neredeyse olanaksız. Bu ustalığa yıllar içinde mi ulaşılıyor; şairlik mayası doğuştan mı bulunur insanda? Gönül hemen ilk şiirlere bakmak istiyor. Kitabın sonlarında, 1980'de yayımlanan ilk kitaba adını veren "Kurşuni Bir Siperde" şiirini bulup bir solukta okuyorum. Aynı ses, aynı ritim duygusu, aynı tutumlu söyleyiş:
"Uykusuz gece yarılarında / (Soluk alamaz olur eski dergiler)
Özlemlerine sarılmış bir adam / (Çoktan ölmüştür eski şairler)
Deler, keser, yosun tutmuş taş duvarları / (Dirilir yağmur sonrası yalnızlığından şiirler) "
15 Temmuz Cumartesi
"Biz de bundan herkes kadar nasibini alıyoruz." tümcesinin çarpık olduğunu söylemiş Yakup Almelek; doğrusunun "Biz de bunun herkes kadar nasibini alıyoruz." mu olması gerektiğini sormuş. Belirtili ad tamlaması kurmak için "-ın, -nin" eki yerine "-dan, -den" eki kullandığımız da olur; buna yanlış diyemeyiz. Tümüyle aynı anlama gelmediği, aralarında küçük de olsa bir anlam farkı bulunduğu gözden uzak tutulmadan, "Çiçeklerimin biri solmuş." da doğru bir tümcedir; "Çiçeklerimden biri solmuş." da. Kaldı ki "nasip almak", "bir şeyin nasibini almak" değil, "bir şeyden nasibini almak" biçiminde kullanılır. Tümcedeki çarpıklık, "nasip" sözcüğüne, "biz" ve "alıyoruz"a koşut bir iyelik eki getirilmemiş olmasından kaynaklanıyor bence. Tümcenin doğrusu şöyle olmalı: "Biz de bundan herkes kadar nasibimizi alıyoruz."
18 Temmuz Salı
Rüştü Erata'nın, "'Şakır şakır' İngilizce konuşanların dilini birazcık dolandıralım." diyerek gönderdiği iki de İngilizce tekerleme var: "Üç cadı üç Swatch saate bakıyor. Hangi cadı hangi saate bakıyor?" tümcesinin İngilizcesi şöyle: "Three witches watch three Swatch watches. Which witch watch which Swatch watch?" Daha da zoru var: "Üç travesti cadı üç Swatch saatin butonuna bakıyor. Hangi cadı hangi Swatch saatin butonuna bakıyor?" tümcesinin İngilizcesi de şu: "Three switched witches watch three Swatch watch switches. Which switched witch watch which Swatch watch switch?"n
feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
27072006
Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
24 Temmuz Pazartesi
Didim'den İstanbul'a gelmek tam 12 saat sürdü; sabah 9'dan akşam 9'a. Kuşadası'na bile uğradı otobüs. Bu turistik yerlerimizin otobüs terminallerindeki kimi görüntüler karamsarlığa sürüklüyor insanı. Didim'de, otobüsün gölgesinde mangal yakıp duman duman yayılan ızgara tavuk kokusuyla köpeklerin ağzının suyunu akıtan şoförler vardı; Kuşadası terminalinde de arkası basık ayakkabısını çıkarmış, bacağını çelip bir sandalyenin üzerine tünemiş biri, "Tuvalet burası!" diye çığrtkanlık yapıp duruyordu. Bir yerin gelişmişlik düzeyinin ölçütlerinden biri de bence tuvaletleri. Kuşadası'ndaki kötüydü. Bu arada... "Lavabo nerede?" diye soranların, aslında tuvaletin yerini öğrenmek istedikleri epeydir dikkatimden kaçmıyor. Lavabo: El, yüz, bulaşık yıkamaya yarar yer. Bunlar hacetlerini lavaboda gidermeyeceklerine göre, bu sözcük değişiminin nedeni, yine İngilizce özentisi olmalı. Hela, ayakyolu, yüznumara, apteshane, tuvalet... Demek şimdi de "lavabo".
Yine 24 Temmuz Pazartesi
Yol boyunca dergiyi bırakıp gazeteye, gazeteden sıkılıp kitaplara dönerek saatlerce okudum. Yolculuğun uzamasının tek yararı bu oldu. "Sunak", Denizli'de "Kültür ve Yazın Seçkisi" alt başlığıyla üç yıldır yayımlanan bir dergi. Şiirlerin, öykülerin, değerlendirme yazılarının yanı sıra resim sergilerinden şarap konulu şiir yarışması duyurusuna kadar Denizli'de güzel sanatlar kapsamında ne varsa tümü dergide de var.
Sunak'ı çıkaran Hakan Keysan'ın şiirlerini topladığı kitabın adı "Suda Bıçak İzi". Kitabın bir bölümünü oluşturan "Açlığa Mahkûmdur Saçın", 1999 Cemal Süreya Hatay Şiir Ödülü'nü kazanmış. Bu şiirden birkaç dize: "Acıdır kavgada yenik düşmek / İntihardır yüreğin sevdaya atışı / İklimlere hüzün yeşertir hecelerimiz / Kentlerin özgürlüğe uzak uzak bakışı".
Zeynep Kurada'nın iki şiir kitabından biri "Asi İklimler", öteki 2003 yılı M. Sunullah Arısoy Türk Dili Şiir Ödülü'nü kazanan "Beni Kuşlarla". "Nasıl da" adını taşıyan bu küçücük şiir, ödüllü kitabından: "Elma ile elma kurdunun öyküsüydük / Sen büyüdün / Ben çürüdüm". Bir başka ödüllü kitap da Betül Dünder'in "Ayna Yorgunluğu". 2005 Arkadaş Z. Özger Şiir Yarışması'nda Jüri Özel Ödülü almış. Buradan da küçücük bir tadımlık: "Eyy tanrım şimdi ben buysam: / kadife gölde bir rüya / bırak yarasalar insin göğsüme / kuş deyip beslerim, bir manâdır / karanlığıma."
Attila Aşut'un "Acının Külrengi" (Serander Yayınları, Mart 2001; Trabzon), "Kırk Yılın Şiirleri"ni topladığı kitabının adı. Aşut, kitabına yazdığı önsözde, "söylem ve düzlem açısından kitabın 'külrengi'ni gölgeleyebilecek kimi, şiirleri(n)i dışarıda bırakmayı yeğledi(ğini) söylüyor; ilk şiir kitabını yayımlamak için kırk yıl beklemesinin nedenlerini açıklıyor. Kırk yıl beklediğine değmiş; özenli bir kitap olmuş "Acının Külrengi". "Menekşeli Acılar" şiirinden bir bölüm şöyle: "Bir kadın... yaşamın terkisinde /Ardı sıra doludizgin atlılar / Ceylanlar gezinir gözlerinde / Heybesinde menekşeli acılar."
Filiz Leloğlu Oskay'ın derlediği bir de antoloji var ki insanın elinden bırakması çok zor. Babası Prof. Dr. Necdet Leloğlu'nun anısına "ve tüm sevgi/li babalara..." adanmış bir kitap: "Hep babam İçin". Türk edebiyatından (seçilmiş) baba şiirlerini kapsıyor. İlle de bir tanesi çok çarpıcı. Mina Urgan'ın "Bir Dinozor'un Anıları" yayımlandığında genç yaşta ölen oğlu Mustafa'dan ve eşi Cahit Irgat'tan hiç söz etmediği konuşulmuştu uzun süre. Cahit Irgat'ın şiirinin adı: "Oğlum Mustafa'nın Düşündüğü Şeye Bak". Şiirin sonunda oğluna seslendiği bölüm şöyle: "-Sevin Mustafa'm sevin / Ben insanın fakiriyim / Anan Urgan / Baban Irgat / Korkma oğlum Mustafa Irgat / Bin atına, dünya senin / Dilediğin gibi oynat."
25 Temmuz Salı
Dünyada 120 milyon Pencaplı varmış; ama bunların 80 milyonu anadilleri olan Pencapçayı bilmiyormuş. Bu 80 milyon içinden bir kişiyi ben de tanıdım. Kızımın Amerika'daki arkadaşlarından biri Pencaplıydı ve tam da söylendiği gibi anadilini hiç bilmiyordu. Bunları, Didim Edebiyat Günleri'nin yabancı konuklarından Amarjit Chandan'dan öğrendim. Sık sık aklıma gelmesini önleyemiyorum. Amarjit Chandan, Londra'da yaşıyor; ama bütün yapıtlarını Pencapça yazıyormuş. Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan bir dilde yazmakta niçin ısrar ettiğini sorduğumda yüzünde beliren buruk gülümsemeyi anlatabilmeyi isterdim.
28 Temmuz Cuma
Türkiye'nin ilk ve tek açıkhava kütüphanesi... Ümraniye Belediyesi tarafından açılmış. Açık olduğu süre içinde en az 150 kişi ödünç kitap almış. Yarından sonra bitecek ve kitapların tümü, halka ücretsiz dağıtılacakmış. Son konuşmacıymışım ben. Dinleyicilerim arasında kadınlar çoğunluktaydı. (Ne demek? İki erkek dinleyicim vardı.) Kadınların çoğu da türbanlı ve çarşaflıydı. Onların dinlemek ve anlamak istemeleri, başı açık kadınlarınkinden daha anlamlı geldi bana.
feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
11082006

Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
30 Temmuz Pazar
Ne güzel bir dergi olmuş Kâmil Koç'un, "Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi" üst başlığıyla çıkardığı "Yolculuk". Türk Hava Yolları'nın Sky Life, Deniz Otobüsleri'nin Sea Life adlarıyla dergi çıkardığı bir ülkede, özel bir otobüs firması hiçbir gösteriş merakına kapılmadan ve ülkesine yabancılaşmadan Yolculuk adını benimseyebiliyor; üstelik, röportajlardan kitap tanıtımlarına, kültür sanat haberlerinden ülkemizin gidemediğimiz köşelerine, dünyanın bilmediğimiz diyarlarına kadar doyurucu bir içerikle; en az ötekiler kadar güzel bir dergi çıkarabiliyor.
Hesapça dün Adalar Festivali'nde Necmiye Alpay'la birlikte Türkçenin bugününü ve geleceğini konuşacaktık. Program daraltılmış, bizim katılacağımız etkinlik iptal edilmiş. Edilir edilmesine de bize haber vermek unutulmasaydı pek güzel olurdu. Ben de bugün Ayvalık'a dönüyorum ve daha önce verdiğim karar doğrultusunda Kâmil Koç otobüsleriyle yapıyorum yolculuğumu. Kâmil Koç'un, yolcularına dağıtılmak üzere şiir antolojisi hazırlatmasına kendimce bir teşekkür bu. Biletimi alırken, işi şansa bırakmayıp antolojiyi de adlı adınca istedim. Tanıtım ve İletişim Uzmanı Yaşar Kabaoğlu, antolojiyle birlikte derginin haziran ve temmuz sayılarını da göndermiş. Ama yolculuğum "Yolculuk"ları bitirmeye yetmeyecek gibi görünüyor.
2 Ağustos Çarşamba
"Bu kadar parlamamıştı, yıldızı torpilin / Böylesine tavan yapmamıştı yalan! / Betona esir düşmemişti / bağ - bahçe, bostan. / Sayıp dökmeye ne hacet / nerede insan, ortalık perişan"Tahsin Şentürk'ün, "Nerede İnsan Çevre Perişan" kitabından, kitabın adını esinleyen dizeler... Adının da söylediği gibi, insanın doğaya acımadan nasıl kıydığını anlatan yergi türündeki şiirlerini toplamış bu kitabında Tahsin Şentürk. "Çevre Raporu" adlı şiirinde de şöyle diyor: "Şu dünyanın ortasına acilen, tüm canlı varlıklara hitaben / Dikmeli bir tabela, / Ve yazmalı kocaman harflerle: / Dikkat insan var!"
Çevre konusu, çok konuşularak eskitilen konulardan biri oldu. Pek çok kez yaptık aynı hatayı. Kimi konuları o kadar çok konuştuk ki konuşmalar bittiğinde konuyla ilgili yapılacak işin kalmadığı duygusuna kapıldık. Aynı şeyin Türkçenin başına da gelmesinden korkuyorum doğrusu.
3 Ağustos Perşembe
"Eşegde paldım, ben seni aldım" gibi kolay anlaşılır değil tümü; çünkü Aydın ağzıyla yazılmış. Aydın ağzının özelliklerini bilen için yalnız öğretici değil, aynı zamanda eğlendirici de. "Eşeğin aklına karpuz kabuğu getirmek" deyimi Aydın ağzının çeviriyazıya dökülmesiyle şöyle oluyor: "Eşe_n aklına ka_pız gabı_nı geti_meg". Şu "eşek"li deyimlerin yazı dilindeki karşılıklarını bulmak bulmaca çözmek gibi değil mi? "Eşe_nden alımeyan semerinden alı_mış", "Eşe_n guyru_nu galbalıgda kesme, kimi kısı de_, kimi uzun". Kitabın rastgele açtığım bir sayfasından bunlar. Kitap, Arif A. Uyguç'un "Aydın Ağzı ve Sözlüğü" kitabı. Türkçenin yabancı sözcüklerle karışıp bulanmasını, kirlenmesini önlemeye çalışan, övgüyü fazlasıyla hak etmiş bir araştırma. Kitabın başında ayrıca çeşitli konulardaki söyleşilerden, fıkralardan, konuşturulan kişilerin anlattıklarından bir demet var. Önsözde, "Elinizdeki derlemede, kullandığımız birçok yabancı kelimenin Türkçe aslını bulacaksınız" diyor Arif A. Uyguç. Şunları da söylüyor: Viraj (Fransızca) deyince Avrupalı, dönemeç veya dönümeç (dönülen veya dönülecek yer) deyince Anadolulu oluyoruz. Kamyon (Fransızca) deyince şehirli, açık araba deyince köylü oluyoruz. Manifaturacı (İtalyanca) deyince âlim oluyoruz da bezez (dokuma kumaş, bez satan kişi) deyince cahil." Doğru söze ne denir? Başka bölgelerde, çeşitli yörelerde derlenmeyi ve standart dile geçirilmeyi bekleyen ne kadar çok söz, sözcük, deyim vardır kim bilir! Tavşan yavrusuna Aydın'da ne dendiğini bilir misiniz örneğin? Yanıtı fıkrada:
"Adamı so_muşla_. 'Sizin o_ladı davşanın yavrısını ne de_le' deye.
Adam düşünmüş, daşınmış, aklını gelmemiş göcen demek.
'Bizim o_ladı davşanın yavrusuna heş bişe_ demezler_' demiş, 'Böyümesini begle_le, so_na davşan de_le'."
5 Ağustos Cumartesi
Altınoluk Belediyesi, Antandros Festivallerinin on ikincisini yapıyor bu yıl. Başlık: "Yaşama Saygı". Yalnızca "imza köşesi"nde yarım saat bulunmak için çağrıldığımı bilmiyordum gelirken. Hoş, İstanbul'dan değil, Ayvalık'tan geldim; yani yakın yerden; ama yine de bu yaşta, yarım saatte beş kitap imzalamak için iki - üç gün harcayacak kadar cömert olmamalıyım. Neyse ki (neredeyse "iyi ki" diyeceğim) bugünkü panelin katılımcılarından Van 100. Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın ve Türkiye Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok gelmiş yalnızca. Gelemeyenler daha çok: Kenan Işık, Mustafa Balbay ve Sinan Aygün. Konuşmacı sayısı ikiye düşünce, "Siz konuşur musunuz?" dediler. "Konuşurum; zaten konuşmak üzere gelmiştim" dedim. Ayrıca benim konumu ana konuyla ilişkilendirmek çok kolay: Dile saygı da yaşama saygının gereği değil midir?
feyzahepgmail.com
Yıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
17082006
Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
9 Ağustos Çarşamba
Mithat Yaban, "Kır Çiçekleri" adlı şiir kitabının sonuna fotoğraflar da koymuş. İlk fotoğrafta kendimi görünce irkildim. Üzerinden topu topu on beş yıl geçmiş; ama yüz yıl geçmiş gibi. 1991 yazındaki Devrek Baston Şenliği'ndeyiz, Mithat Yaban bizi evinde çaya davet etmiş. Ahmet Özer, Mehmet Yaşar Bilen ve eşleri var fotoğrafta; Nafize Öztok, Burhan Günel, Hidayet Karakuş, ev sahipleri ve ben. Devrek bastonlarının ününü daha geniş çevrelere yaymak için, Mustafa Kademeoğlu'nun öncülüğünde yapılırdı bu şenlikler. Resim sergileri açılır, açık oturumlar, toplantılar düzenlenir, şiirler okunurdu. Devrekli kadınlar konuklara evlerinde pişirip getirdikleri yöresel yemekleri sunarlar, aynı masanın çevresinde güle oynaya yenir, söyleşilirdi. Daha sonra Karadeniz Ereğli'de görüştüğüm İbrahim Tığ'dan artık bu şenliklerin yapılmadığını öğrendim. İbrahim Tığ, çocuktu o zamanlar; ama şiire, edebiyata şimdi artık pek göremediğimiz bir merak ve ilgiyle bağlıydı. Devrek'e gelmiş edebiyatçıların yanından yöresinden hiç ayrılmaz; onlardan öğrenecekleriyle zenginleşeceğini bilirdi. Benim katıldığım yıl Aziz Nesin, en önemli konuktu; o zamanlar öyle demezdik; ama "onur konuğu" oydu. Konuşmasında Devreklilerin hep baston yapmalarına söylenmiş, neredeyse azarlamıştı onları. Geleneğe saplanıp kalmamalı, işi büyütmeliydiler; yalnız baston değil, sehpa, koltuk, mobilya da yapmalıydılar. Oysa Devrek denince akla baston gelirdi; Devreklinin yıllarca uğraşıp Devrek adıyla özdeş kıldığı, geleneksel bir el sanatıydı baston. Mobilya yapımı ise tümüyle farklı bir alandı. İyi baston yapmak, mobilya yapımında başarı garantisi taşımazdı. Konuşma bitip yemeğe oturulduğunda ayranla birlikte, Kristal Cola servisi başlayınca sinirlendi Aziz Nesin. "Bizim geleneksel içeceklerimize ne oldu? Şerbetimiz, şıramız, şurubumuz var bizim." deyip bu geleneksel içeceklerimizin korunması, yaşatılması gerektiğini söyleyince, içerde gelenekten kurtulmayı önerip dışarıda geleneğe sahip çıkılmasını istemesine tepki gösterdiğimi ve hiç içmediğim halde kola isteyip dirseklerimiz birbirine değerken Aziz Nesin'i sinir etmek için bir güzel kola içtiğimi anımsadım. Gençlik işte!
Yine 9 Ağustos Çarşamba
Mithat Yaban'ın kitabındaki 23 Haziran 1990 tarihli bir fotoğrafta Ahmet Özer'le birlikte İsmet Kemal Karadayı da var. İsmet Kemal Karadayı da sessizce çekilip gitti aramızdan. Karadayı'nın "Bilgelikler Denedim" ve Hatice Cemal'le birlikte yazdığı "Çakıllamalar"ını okumuştum en son. Bir arada, önlü arkalı basılmış tek kitaptı. İlki aforizma tadında özdeyişler içeriyordu; ikincisinin başında ise adını açıklayan küçücük bir not: "Neden mi 'Çakıllamalar'? Taş atıp baş yarmaktan ise sadece incitici, bereleyici küçük çakılları seçtik. Kimse alınmasın, kuruluşlar gocunmasın dedik."
Mithat Yaban'ın şiirleri de sevgi dolu bir insanın yüce gönüllülükle söylediklerini içeriyor. "Ben" şiirinde o da kendisini böyle anlatıyor zaten: "ben, / mutlulukların güzelliklerin şairiyim / sevgiyle gülleri açtırır / ılık rüzgârlar estirir / kuşlara söyletirim şarkı ve türküleri."
12 Ağustos Cumartesi
Ne gündü ama! Eski Foça'da, Hanedan Oteli'nde konaklama, sabah pırıl pırıl bir denizde yüzmenin keyfi, ardından Yurdanur - Yılmaz Mızrak çiftinin evinde dört dörtlük bir sabah kahvaltısı... Foça ayaklar altında, adalar koylar, denizin kelebeği gibi görünen rengârenk yelkenliler... Sonra Yılmaz'ın kuşları... Adını aklımda tutamadığım onlarca çeşit güvercin. Paçalısı, tepelisi, Suriyelisi... Tavuklar... Onlar da cins cins... Hüseyin Yurttaş da köyü Kozbeyli'de bize dibek kahvesi sunmak için eşiyle birlikte beklemekte. Köy bir başka güzel. Balkondan köyün meydanı görünüyor; uzakta laciverte yakın, koyu mavi bir deniz. Foça'dan az önce döndüm; ama bu sefalar için gitmemiştim. Foça Belediyesi'nin Hüseyin Yurttaş tarafından yürütülen bir etkinliği olarak dün akşam Beş Kapılar'da "Nece Konuşuyoruz?" adını verdiğim bir konuşma yaptım. Başlarken az kişi vardı; bitirirken her yer doluydu. Bir tatil beldesinde, hafta sonunun ilk gecesi için, umulanın üstünde bir ilgi. "Evet, gerçekten!" diye düşündürebildiğimi umduğum, hiç değilse akıllarına bir soru işareti düşürdüğümü sandığım onlarca kişi. Bunun için uğraşıyorum zaten. Türkçeyi sevdirmek, severek korunmasını, korunarak zenginleştirilmesini sağlamak için.
13 Ağustos Pazar
"Kuyudan Çıkanlar", Perihan Taylan'ın öykü kitabı... Küçük insanların (Ne demekse? Başından önemli olaylar geçmeyen kişilere böyle derler ya!) büyük savaşımları anlatılmış; onları öğütmeye çalışan düzenin dişlileri arasında ezilmemek için direnmeleri, kendilerini ezenlerden aldıkları küçük öçlerle avunmaları, yaşamlarını değiştirmeyecekse de içlerini serinleten minik şansları... Üstelik hiç abartılmadan, süslenip püslenmeden... İlle de övgü isteyenlerden değil Perihan Taylan. Öyküleri hakkında "olumlu ya da olumsuz" düşüncelerimi istemiş kitabı gönderirken. Öykülerin çoğu, kısa tümcelerle yazılmış, merakla okunuyor. Hiç uzatıp sündürmeden, dört-beş sayfada toparlayıp noktalamış Taylan öykülerini. Yapmacıklıktan eser yok. Yapmacık davranışlarını anlattığı öykü kişilerinin yapmacıklığına bile dayanamıyor; onları anlatırken yansız kalamıyor; öfkeleniyor onlara. Bir kusuru buysa, öteki kusuru da okura keşfedilecek pek bir şey bırakmaması.
feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
24082006
31082006/yazmamış

FeyzaHEPÇİLİNGİRLER
TürkçeGünlükleri
18 Ağustos Cuma
Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, bir grup gazeteciyle birlikte Midilli'ye geçmek üzere Ayvalık'taydı dün. Ayvalık'tan kimseyi götürmemiş ama. Ayvalıklı gazeteciler sitem doluydular. Bugün de bu ziyaretin haberi var gazetelerde. "Midilli'de bir araya gelen Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç'la Yunanlı meslektaşı Fanny Palli Petralia, barış mesajları verdi." diye. İki bakan birbirinin "meslektaş"ı mı olmaktalar? Bakanlık bir meslek midir? Niye meslek olsun? Geçelim. Yunan Kültür Bakanı Fanny Palli Petralia, barış mesajı vermiş, şöyle demiş: "Bütün dünyaya ve halklarına buradan barış mesajı veriyoruz. Ege Denizi bir barış köprüsüdür. Turizm barış ekonomisidir, halkları bir araya getirir." Bizimkinin konuşması da ne çeşit bir barış mesajı sayılır acaba: "Sayın bakan dört çocuk ve on bir torun sahibi olmasına karşın hâlâ erkeklerin başını döndürecek bir politikacı. Babam yağ üreticisiydi. Yağcı çocuğu olsam da söylediklerim yağ değil." Kültür bakanı dediğin de böyle konuşur! Karşısında güzel bir kadın görür görmez erkek olduğundan başka hiçbir şey gelmez aklına; başı dönmeye başladığından her şeyi unutur; karşısındaki "kadın"ın bakan olduğunu da, kendisinin Türk turizminin ve kültürünün temsilcisi olarak orada bulunduğunu da.
19 Ağustos Cumartesi
M. Murat Önder, Kâmil Koç otobüsünde, benim daha önce övgüyle sözünü ettiğim şiir antolojisine bir türlü ulaşamamış. Haklı olarak bunun "bana özel" bir uygulama olduğunu söylüyor. Doğrusu, ben de pek kolay edinememiştim o kitabı. Bütün yolculara verilemiyorsa bile, isteyenlerin tümüne verilebilmeli. Yoksa "Yol, Yolcu, Yolculuk Şiirleri Antolojisi" yayımlamanın ne hükmü kalır?
21 Ağustos Pazartesi
Ayşe Kırdar da çok yolculuk ettiği ve genel tuvaletler konusunda çok dertli olduğu için sözü tuvaletlere getirmemi fırsat bilmiş: "Nedense Türkiye'de girdiğim her WC ıslaktır." deyip Çine - Aydın arasındaki bir Petrol Ofisi'nden bir tuvalet manzarası aktarıyor: "Bir tek alafranga tuvalet var. Kapı kapanmıyor. İçerde çantamı asacağım bir askı yok; tuvalet kâğıdı zaten yok." Sözünü, "Bir gün bir yerde temiz bir WC bulursam inanın 5.00 YTL vermeye razıyım." diyerek bağlamış. Bu kadar zor mudur bu tuvaletleri temiz tutmak? Uygarlığın bir ölçütünün de tuvalet temizliği olduğundan daha önce de söz etmiştim. Daha fazla ne söyleyebilirim?
23 Ağustos Çarşamba
Orhan İncemızrak "protest" şiirler yazmış hep. "Sofra" bir örnek olsun: "Hey / Sofra / Kuşsütünden başka / Her şeyim var diye / Böbürlenme / Milyonlarca sofra / Ekmek gözlüyor"
24 Ağustos Perşembe
Ervin Atasoy, 1981 Bulgaristan doğumlu. Bulgaristan'ın güneyinde, yani Rodoplarda yaşayan Türklerin konuşmalarının birbirinden ne kadar farklı olduğunu anlatmak için, köylerin arası 2 - 3 km olsa da 'geliyorum'a bir köyde 'gelyarı', ötekinde 'gelloru' dediklerini söyleyerek, "Kuzey Bulgaristan'daki Türklerin Türkçelerini kayda almak, yazıya dökmek bence çok büyük bir kültürel zenginlik olur." diyor. Haklı. Bu işin bir an önce yapılması için gösterdiği gerekçe inandırıcı. İnternet ve uydu alıcılarıyla izlenen televizyon kanalları, yöresel konuşmaların ortadan kalkmasına yol açıyor. Oysa dil açısından yitirilmemesi gereken zenginlikler bunlar. O gerçi, yöresel deyişlerin kayda geçme işini, varsa, Bulgaristan doğumlu Türk öğrencilerime ödev olarak vermemi istiyor; ama bu, öğrencilerimin üstesinden gelebileceği bir konu değil. Daha geç olmadan Türkiye'yi de kapsayan geniş bir çalışma yapılmalı. Bu da ancak Türk Dil Kurumu'nun başarabileceği bir iş. Üstelik, o zamanın olanaksızlıklarıyla hazırlanan Derleme Sözlüğü'nün üzerinden yıllar geçti. Şimdi kayıt yapmak için çok zengin olanaklar var. Konuşmalarını televizyonun etkilemediği son kişiler de ölmeden önce yapılacaksa bu işler çok az da zaman kaldı.
"İnanın, Türkçe'nin katledilmesine ağlarsınız." diyerek bir de cep telefonu iletilerine dikkatimi çekmiş Ervin Atasoy; arkadaşlarının, "napıyosuunnn? Bgn ewde msn? Aksma dşarı çıkcam ona göre bna habr wer" gibi şeyler yazdığını söylemiş. Biliyorum. Cep telefonlarında ve sanal ortamdaki yazışmalarda kullanılan Türkçeden haberim var; ama Atasoy'un dediği gibi, elimden, ağlamaktan başka bir şey gelmez.
26 Ağustos Cumartesi
Dün Ayvalık CUMOK (Cumhuriyet Okurları) ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği üyelerine konuştum. Bugün de ÇYDD'nin çocuk yuvası projesini nasıl uyguladığını yerinde görmek için Cunda'daki Alibey Adası Çocuk Yetiştirme Yurdu'na gittim. Öğretmenlikte 35 yılımı tamamladım; ama ilk kez bir yuva görüyorum. Yalnız bir yuva değil, aynı zamanda gönüllü ve bilinçli eğitimin neler yapabildiğine de ilk kez bu kadar yakından tanıklık ediyorum. Daha önce masa ve sandalyeleri kırıp parçalayan, pencerelerden bahçeye atlayan, bahçe demirlerine tırmanıp gelip geçene laf atan çocuklar resim yapma, kitap okuma, ahşap boyama, takı tasarımı, beden eğitimi vb. becerilerin yanında ve onlardan çok daha önemli şeyler öğrenmişler: Oturup kalkmayı, izin istemeyi, rica ve teşekkür etmeyi. Ayvalık ÇYDD'nin bu çalışması ÇYDD'nin öteki şubelerine örnek gösteriliyormuş. Gösterilmeli de gerçekten. Okul zamanında çocuklara ders çalıştıran, ilkokul üçüncü sınıfta olduğu halde okuma yazma bilmediklerini şaşkınlıkla gördükleri çocuklara okuma yazma öğreten, matematik öğreten; bunlardan daha önemlisi, hepsi de ilgiye ve sevgiye aç çocukların bu en önemli gereksinmelerini karşılayan; üstelik bunları kendi çocuklarına, evlerine, eşlerine ayıracakları zamandan çalarak yapanların ne takdir bekledikleri var ne de teşekkür. Çocukların onları görünce sevinçle karşılamaya koşmaları, boyunlarına sarılıp öpücüklere boğmaları binlerce teşekkür belgesinden daha değerli onlar için. Gözlerimle gördüm. Barınacakları çatıyı, yatacakları yatağı, yiyecekleri yemeği devlet vermekte. Devletin veremediğini de Ayvalık'ta ÇYDD'nin gönüllü eğiticileri fazlasıyla veriyor. Bunu da gözlerimle gördüm.
feyzahepgmail.com
Yıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
07092006
Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
28 Ağustos Pazartesi
Komşunun radyosundan geliyor ses: "Kara çiçeğim" diye bir şarkı. "Doğa kara çiçek açmaz." dermiş Halikarnas Balıkçısı. Şadan Gökovalı'dan dinlemiştim. Öyle değil midir gerçekten? Her rengin her tonu doğadandır; ama kara, renk değil, renksizliktir.
29 Ağustos Salı
Hakkı Devrim'in bugünkü Radikal'de, "Cihannüma" köşesinde iki yazım (imla) ilgimi çekti. Bir okur mektubu yanıtlanırken "Durum açık değil mi Hanımefendi?" diye sorulmuş ve hanımefendi'nin h'si büyük yazılmış. Hemen yandaki sütunda torununun, "... görünce anlaşılmaz mı Dede, diye" isyan ettiği anlatılırken de "dede"nin d'si büyütülmüş. Bugünlerde tümce içindeki bu büyük harflerle boğaz boğazayım. Everest Yayınları'nın "İlk Roman" yarışmasına gönderilen dosyaları okuyorum. Bir tanesindeki yazımların çoğu böyle. "Hala Annesiyle konuşuyor gibiydi." tümcesini örnek verdiğimde "hala, annesiyle" mi konuşuyor; yoksa biri "(o) hâlâ annesiyle" mi konuşuyor, diye düşündüğüm sanılacak. Değil. Bütün "hâlâ"lar "hala" diye yazıldığından bunu yadırgamaz olduk. Bu tümcedeki "anne"nin "Anne" diye yazılmasını diyorum. Sinir bozucu olan bu: Tümcenin ortasında, özel ad olmadığı halde büyük harfle başlayan sözcükler. Okuduğum romanda da böyle. "Bugünün kıymetini bil Oğlum." derken o'yu büyük yazmalar... Kişiler söz konusu olduğunda mı böyle yazıyor diye baktım. "Dün akşam Abimler" derken de yapıyor bunu, "Hoş geldin Baba" derken de. Ama hayır, o da değil. "Doğruca Adliyeye gittik", "araştırayım derken Müze soygunu" diye de yazıyor. Yazım kılavuzlarında böyle yorumlanmaya açık maddeler yok değil; ama ipin ucu kaçırılınca işin nerelere varabildiğini görmek ürkütücü doğrusu. "Küçüktüm O zamanlar" diye de yazılabilmiş çünkü. "...sevmiştim ve O kadar uğraşmama rağmen" derken de.
Dil Derneği'nin Yazım Kılavuzu'ndaki bildiğimiz ve uyguladığımız kural şu: "Mektuplarda ve konuşma metinlerinde seslenme sözükleri ve zarf üzerine yazılan her sözcük büyük harfle başlar: Sayın Konuklar, Değerli Öğretmenim..." Türk Dil Kurumu'nun Yazım Kılavuzu'nda da, "Resmi yazılarda saygı bildiren sözlerden sonra gelen ve makam, mevki, unvan bildiren kelimeler de büyük harfle başlar: Sayın Bakan, Sayın Rektör..." denmiş. Bu da doğru. "Resmi yazılarda" dendiği gözardı edilip buradan genişletilmiş olabilir mi bu kullanım, diye soracaktım; ama Nijat Özön'ün Büyük Yazım Kılavuzu'nda, bunlara bir de şöyle bir madde eklendiğini görünce sormaktan vazgeçtim. "Saygı göstermek ya da bir önemi vurgulamak için de kimi sözcükler büyük harfle başlatılabilir: Gün geçtikçe O'nu daha çok arıyoruz. Doğu'ya karşı Batı'yı çıkarmak..." İşte bu, kötü bir kural. Bir kez, ucu son derece açık. Nerede biteceği hiç belli değil. "Bir önemi vurgulamak" ne demek? Aman aman! Bu kural uyarınca, herkes her sözcüğü büyük harfle başlatabilir. Kimin, neyi önemli bulacağı belli mi? Bazısının "annesi"önemlidir, bazısının "babası". Hele şu büyük harfle yazılıp kesmeyle ayrılan "o", nereden çıkıyor diye merak eder dururdum. Gevşetilmemesi gereken kural şu: "Bir özel ada bağlı saygı sözcükleri, sanlar ve takma adlar büyük harfle başlar." Yani yanında Ayşe gibi, Ahmet gibi bir özel ad olmayan sözcükler büyük harfle başlatılmamalı ve büyük harf - küçük harf karmaşası çıkarmaktan kaçınılmalı.
30 Ağustos Çarşamba
"Kendini Saklama Çiçekleri" adlı albümü dinliyorum. Leman Sam, Vedat Sakman, Haluk Çetin tarafından söylenen bestelenmiş ve Cezmi Ersöz tarafından okunan bestelenmemiş şiirlerden oluşuyor. Cezmi Ersöz'ün, "Derinliğine Kimse Sevgili Olamadı" kitabıyla birlikte, kitabın arka kapağının içinde sunuluyor albüm. Kitap, şiir ve düzyazılardan oluşuyor ve "üçüncü on bin"lik baskıya ulaşmış. Arka kapakta yazanlar, kitabın adını açıklıyor gibi: "Kimi sevsem, onun hep uzakta bir sevdiği vardı, unutamadığı ilk aşkı ya da onu terk edip giden sevgilisi... Kimi derinden sevsem, o bir başkasını derinden hatırlardı."
31 Ağustos Perşembe
Çiğli'de Vilayetler Evi'nin bahçesindeyim. Kavak ağaçları hışır hışır. Yok öyle değil. Ne diyordu türküde? "Uzun kavak gıcım gıcım gıcılar". "Gıcım gıcım" ses taklidi ikileme, "gıcılamak" da bundan türemiş eylem. Türkçedeki şu sözcük uydurma yeteneğine bayılıyorum.
1 Eylül Cuma
Kendi paramla biletimi alıp Ayvalık otobüsüne binince evden kovulmuş üvey çocuk gibi hissetim kendimi. Yetkililer, sorumlular konser için gelenleri ağırlamaktadırlar şimdi. Benim konuşmam dündü, bitti. Çiğli Belediyesi'nin 2. Zafer ve Barış Festivali'nden dönüyorum. 8-10 şarkı ezberleyip sahneye çıkana avuç dolusu para ödeyeceksiniz; ama sözgelimi Eşber Yağmurdereli'yi Çiğli'ye getirecek, saatlerini değil, günlerini çalacaksınız, sonra da bir plaket sunup teşekkür ederek geri göndereceksiniz. Bu kadar mı ucuz kültür, edebiyat, sanat? Şair - yazar olmak bu kadar mı kolay? Yaşamı boyunca emeğin hakkını savunsa da bu insanlar kendi emeklerinin hakkını istemez ki! İsteyemez. Festival yapan belediyeler çağırdıkları şarkıcılara, türkücülere milyarlar ödemeyi doğal sayarken edebiyat - sanat - kültür insanlarının emeklerinin, beyinlerinin, zamanlarının karşılığında para vermeyi ayıp mı saymaktadır? İyi ama kültür bedava değil ki! Kitaplar, CD'ler, bilgisayarlar hep parayla. Böyle olmaz. Sanat ve kültür festivali düzenleyen belediye, eğer amacı yalnızca halkı eğlendirip oy toplamak değilse, konuşmacı olarak çağırdığı bilim ve kültür insanlarına da en az şarkıcı ve türkücülere verdiği önemi vermeli, onlara ödediği milyarların yanında sözü bile edilmeyecek, diyelim 500 YTL gibi bir parayı ödemelidir. Bilime, kültüre, edebiyata önem vermek biraz da budur.
feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
14092006

Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
2 Eylül Cumartesi
"Köyün çobanı, altın saçlı bir kıza âşık olur. Fakat kızın âşığı çoktur. Kızın anası da nazlanır, vermez kızını kimselere. Ne çobana ne de başkasına. Çoban kızın gönlünün kendinde olduğunu bildiğinden sabırla anasının gönlünün olmasını bekler. Fakat diğer âşıklar sabırsızdır. Alır kızı kaldırırlar dağa. Çoban dağlara düşer ve aramaya başlar sarı saçlısını. Kızın ölüsü bulunur; ama çoban hâlâ bağırmaktadır dağlarda 'Sarım saklı sizde... Sarım saklı... Sarım saklı..." Türkçe Öğretmeni Özden Can, Ayvalık'ın Sarımsaklı'sıyla ilgili böyle bir söylence duyduğunu yazmış. Kulağa pek inandırıcı gelmese de zihinde kötü koku çağrışımıyla canlanan "sarmısak"tan iyidir.
3 Eylül Pazar
Şiirleri, öyküleri, gezi yazıları gibi edebiyat uğraşılarının, tiyatro ile ilişkisinin, tiyatro yapıtlarının ve tiyatro eleştirilerinin yanı sıra Nursen Karas'ın aynı zamanda çok da usta bir fotoğraf sanatçısı olduğunu bilmiyordum. Yazın ortalarında kendi çalışmalarıyla ilgili kapsamlı bir dosyanın bana elden ulaşmasını sağladı. Böylece bende artık 1952 yılında Yeni İstanbul'un Çocuk Köşesinde yayımlanan "İyilik" adlı öyküsünden başlayarak "Gülümseyen Hayal" adlı kitabının 1959 baskısının fotokopisine, Salim Şengil'in Dost Yayınları tarafından basılmış 1967 tarihli "Sevgisizler"den, Mitos - Boyut Yayınları'nın bastığı "Saçmalarla Gerçekler" (2003) adlı oyun eleştirilerine, yine aynı yayınevinden çıkan "Toplu Oyunları" ve "Fotoğraf Çektiğim Dağlarda" adlı gezi kitabına kadar kapsamlı bir Nursen Karas arşivi oluştu.
5 Eylül Salı
Ayvalık Kültür ve Sanat Festivali kapsamında Ahmet Telli ve Nevzat Çelik'in şiir dinletisi vardı bugün. Her iki şair de çok iyiydi, Ayvalıklıların şiire ve şairlerimize gösterdikleri ilgi de çok iyiydi. "Ayvalıklıların" diye yazarken duraksadım demin; çünkü biliyorum ki bu tür etkinliklere Ayvalıklılardan çok, tatil için burada bulunanlar ilgi gösteriyor. Dün de aynı yerde, aynı saatte benim konuşmam vardı çünkü. Belki Ayvalıklılardan fazla, Ayvalık'ın konukları doldurmuştu salonu. Belediye başkanı dün de bugün de oradaydı. Ama az, ama çok, gösterişi seven, gösteriş yapmaya bayılan pek çok belediye başkanı gördüm. Önden bir konuşma yapıp daha önemli konuklarıyla ilgilenmek için ayrılanlar, toplantıya ortasında ve ardına taktığı şakşakçı bir orduyla gelip konuşmacılara çiçek ve plaket sunar sunmaz gidenler... Türkiye'de kendi reklamını yapmaktan uzak duran pek az başkan var, bunlardan biri, kesinlikle Ayvalık'ın belediye başkanı. Konuşmaları, şiirleri sonuna kadar dinledi. Dün de bugün de çiçeklerimizi ve hediye paketlerimizi herkes gitmek için ayaklandıktan sonra, alkış beklemeden, nutuk atmadan sundu.
Her toplantıda olduğu gibi, "Türk Dil Kurumu ne iş yapıyor? Niye ilgilenmiyor?" ya da "Siz aydınların görevi değil mi bu?" diye soranlar çıkabileceğini biliyor ve bekliyordum. Sorumluluğu kendi dışımızda birilerine yıkmak, sorumluluktan kurtulmak anlamına gelir çünkü; kolaya kaçmaktır. Böyle olmaz da bir kişi çıkıp "Biz ne yapabiliriz?" dediğinde nasıl seviniyorsam o kadar sevindiğim bir şey yaşandı dün. Öğretmenler öğrencileri, öğrenciler öğretmenleri suçlar ya, tam tersi oldu. Bir öğretmen, öğretmen arkadaşlarının Türkçeye karşı duyarsız davrandığından yakındı, bir öğrenci de kendi öğrenci arkadaşlarının. Hele sekiz-on yaşlarındaki bir delikanlı, arkadaşlarının Türkçeye özen göstermediğinden ve bilgisayar kullanımındaki bilinçsizliğinden söz edince biz büyüklerin içi umutla doldu.
8 Eylül Cuma
Aydoğan Yavaşlı, İzmir'den bildiriyor: "Olay yeri balkon. Bir dede ve bir torun. Torun 5-6 yaşlarında olmalı. Dede, torununu balkondan şakacıktan atacakmış gibi yapmış olmalı ki, torun nefretle bağırıyor: 'Lanet olsun dede! Pislik!.. Lanet olsun, lanet olsun! Pisliksin sen, evet evet, pisliksin!' Gözlerimle görmesem, bunun bir dublaj filan olabileceğini sanacağım ya, karşımda görüp duruyorum, tüm duyularımla tanık oluyorum. Sözcük seçiminde vurguya, cümle kurgusundan tonlamaya; bütünüyle Amerikanca konuşuyor 5 yaşındaki torun, Türk dedesine! Bu bile gösteriyor ki, dil planında kayış tamamen kopmuş."
Belki de en kısa zamanda Türkçe kursları açmamız gerekmekte. Tıpkı İngilizce kursları gibi. Türkçe konuşma, Türkçe yazma kursları. Çocuklarımızı, gençlerimizi Türkçenin doğru kullanılması konusunda radyo ve televizyonların elinden kurtarmak zorundayız.
11 Eylül Pazartesi
Dönüş zamanı geldi. Yanımda okumak için getirdiğim kitapların çoğunu bitiremedim. Kimini, sözgelimi Saliha Nilüfer'in "Sebastian Knight - Bir Endülüs Hikâyesi"ni okumaya çalıştım; ama içtenlikle söyleyeyim, beni aştı; okuyamadım. Kiminin yalnızca ilk on-on beş sayfasını okuyabildim. Kimini karıştırıp sağından solundan rasgele okudum. Ahmet Günbaş'ın, 34 yaşında ölen Ali Rıza Ertan'ın şiir üzerine yazılarını, mektuplarını topladığı "Sevgi Notları"nı örneğin. Tamamını bile okumuş olabilirim; ama baştan sona değil, gelişigüzel. Aşağıdaki şiir kitaplarını da öyle. Baştan sona değil, bölük pörçük:
Yaşar Miraç: "Sevgili Mutsuzluğum"Ahmet Necdet: "Güz Üşümeleri"Güngör Gençay: "Yaşam Çavlanında"Özcan Öztürk: "Çocuk Su"Sabahattin Yalkın: "Vakit İstanbul-du"Zeki Karaaslan: "Sev-dalı Su"M. Mazhar Alphan: "Şimdi Sana"Özlem Tezcan Dertsiz: "Şimdi Gitsem Güz"Yaşar Bedri: "h Minyatürleri"Gülümser Çankaya: "Denizden Sonra"Remzi Özmen: "Kendine Saklanmak".n feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
21092006
Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
12 Eylül Salı
Saliha Nilüfer'in "Sebastian Knight / Bir Endülüs Hikâyesi"ni yarım bıraktığım için kendimi çok ayıpladım bugün. Kitapla birlikte verilen ve bir tasarım harikası olan CD'yi izledim. Zor bir kitap karşısında bu kadar çabuk teslim olunmamalı. Yeniden, baştan başlayacağım okumaya.
Yine 12 Eylül Salı
Y. Bekir Yurdakul, daha geniş kitlelere duyurulması için katkı beklentisiyle 5. İzmir Türkçe Günleri'nin izlencesini göndermiş. "Dilde İletişim, İletişimde Dil" ana izleği çerçevesinde, "Sözüm de Yazım da Türkçe" savsözü doğrultusunda 21 Eylül Perşembe günü başlayıp 29 Eylül Cuma akşamı sona erecek, kültür merkezlerinde, okullarda, meydanlarda yaşanacak bir dolu etkinlik... Bugünkünden daha geniş katılımlı kutlanmalı 26 Eylül. Resmi olarak Dil Bayramı ilan edilmeli. Bütün okullarda, gazetesi, radyosu, televizyonuyla bütün yayınlarda Türkçenin önemini vurgulayan, karşı karşıya bulunduğu küresel tehlikenin boyutlarına dikkat çekilen, Türkçeyi sevdiren ve korunması gerektiği bilincini aşılayan konuşmalar yapılmalı. Hiç değilse özel etkinliklerle kutlanacak TÜRKÇE GÜNÜ ilan edilsin 26 Eylül.
13 Eylül Çarşamba
Bu anı Özer Yaman'dan: "Bu sabah köyün arabası ile Uşak'a gelirken arkada oturan bir köylü kadın, bir soru üzerine, 'Çocuğu sekmede bıraktım, geldim.' yanıtını verdi. Yanımda oturan başka bir köylü, aklımdan geçenleri okumuşçasına, 'Sekme mi, merdiven mi?' diye sordu. Ben de 'Sekmekten gelebilir, sanırım sekme doğrudur.' dedim. Nedendir bilmem köylülerin kullandığı birçok sözcüğün Türkçe olduğunu düşünürüm. TDK'nin sözlüğüne baktım: Sekme: '1.Sekmek işi. 2. Bir merminin bir yere veya bir cisme vurduktan sonra sıçraması.' diye açıklanmış. Yani benim düşündüğüm daha doğrusu bizim köylülerin kullandığı anlamı yok." dedikten sonra sormuş: "Sizce 'merdiven'in karşılığı 'sekme' olabilir mi?""Merdiven" sözcüğü Türkçe değil. Yahya Kemal'in Divan şiirine öykünerek yazdığı şiirlerden oluşan "Eski Şiirin Rüzgârıyla" adlı kitabındaki "Mahurdan Gazel" şiirinde şöyle geçer: "Nerdübanlar busiş-i nermin-i damanıyle mest / İndi bin işveyle bir kaşane-i fağfurdan". Şiirde omuzlarına Lahur şalı atmış, gül yanaklarının üzerine nurdan yaşmak tutunmuş bir güzelin kayıktan inişi anlatılır. Yukarıdaki iki dizenin Türkçesi: "Merdivenler eteklerinin yumuşak öpüşleriyle kendinden geçmiş, porselen bir kayıktan bin işveyle indi." Aslı "nerd-ban" olan Farsça bileşik sözcük, önce bu şiirdeki gibi "nerdüban" biçimini almış, sonra "merdiven" oluncaya kadar değişmeye devam etmiş. "Sekme" sözcüğü için de şunu söyleyebilirim. "Seki" diye, daha çok bilinen bir sözcüğümüz var. Ne demek seki? Türkçe Sözlük'ten: "1. Oturmak için evlerin önüne taş ve çamurdan yapılan set. 2. Oturulacak sedir biçiminde taş ya da set. 3. Toprak üstündeki yükseklik, doğal set, taraça. 4. (coğrafyada) akarsuların iki yakasındaki yamaçlarda, kimi deniz ve göl kıyılarında görülen basamak biçimindeki yeryüzü şekli, set, taraça, teras. Aynı "sek-" kökünden gelen, basamak anlamında "sekmen" diye bir sözcüğümüz olduğunu da eklersem Özer Yaman'ın, köylülerin kullandığı sözcüğün Türkçe olduğunu düşünmekte hiç de haksız olmadığı sanırım ortaya çıkar. Bugün de pek çok Türkçe sözcük üretiyor olabilirdi köylülerimiz eğer "köylü" sözcüğünü hakaret anlamında kullanmıyor ve İngilizce bilmedikleri için onları durmaksızın aşağılamıyor olsaydık.
14 Eylül Perşembe
1 Eylül tarihli günlükte şair ve yazarların festivallerde karşılaştıkları üvey evlat durumuna değinmiştim. Yalnız festivallerde mi? Her yerde. Yakında okullar açılıyor. Öğrenciden kucak dolusu para alan özel okullar da yazara - şaire bir lütufta bulunuyormuş gibi çağıracaklar onları okullarına ve teşekkür edip geri gönderecekler. Hiçbir edebiyat, sanat, düşün insanı ağzını açıp bir şey söyleyemeyecek; ama içten içe bilecek ki kendisine gösterilmekte cimri davranılan ilgi, onun kişiliğinde, aslında sanattan ve edebiyattan esirgenmektedir. Sorun elbette yalnızca para sorunu değil. Daha çok, karşılığı ödenmemiş emeğin değersiz sayılmasından kaynaklanan bir önemsememe sorunu, kafa emeğinin, emekten sayılmaması sorunu. Damlayan bir musluğu onartmak için çağırdığı ustaya teşekkür edip göndermeyi düşünmez kimse; ama aynı kişi, evinden, işinden koparıp, bilgisayarının başından kaldırıp, daha da önemlisi zamanından çalıp getirttiği düşünce insanın harcadığının da emek olduğunu, bu emeğin karşılığının da ödenmesi gerektiğini düşünmek istemez.
Yine 14 Eylül Perşembe
Hakan Yaman, Türk Dil Kurumu'na gönderdiği mektubu bana da yollamış. İstanbul'a son gelişinde karşılaştığı bir duyuru çileden çıkarmış onu. Ne mi yazıyormuş duyuruda? "TAKSİM- KABATAŞ FÜNİKÜLER HATTI AÇILDI..." "O koca koca harfler, Abece'nin en talihsiz sıralamalarından birini yaparken neredeydiniz?" diye soruyor TDK'ye. "Önemli olan, bir yanlış kullanımı düzeltmek değil, yanlış olacak kullanımların doğmasını engellemek." diyor. Yıllar içinde birçok sözcük gibi bu sözcük de "taşlaşmadan" önlem alınmasını istiyor. Bu sözcükler dolaşıma girdikten sonra değiştirmenin ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Bu sözcükler girmeden, duvarlarda, afişlerde, panolarda, ilanlarda yer almadan Türkçesi bulunup öylece duyurulması sağlanamaz mı? İstanbul Büyükşehir Belediyesi ya da İETT sormaz mı TDK'ye? Başka kurumlar, özel ve resmi kurumlar, devlet daireleri... Herkes istediği yabancı sözcüğü, istediği zaman dolaşıma sokmakta serbest midir?
Hâlâ 14 Eylül Perşembe
Halikarnas Balıkçısı'nın "Doğa, kara çiçek açmaz." dediğini Şadan Gökovalı'dan aktararak yazmıştım. Açarmış. Yetkili bir ağızdan, Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği Üyesi Ahmet Demirtaş'tan, bilimsel adı "Papaver lacerum popov" olan, çiçekleri kapkara bir tür gelincik olduğunu öğrendim. Paylaşmak isterim.
feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili BölümüÇukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İstanbul
28092006
Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
15 Eylül Cuma
İngilizce bilmek iyidir; ama Türkiye'de, Türkçe bilen Türklerle İngilizce konuşmak nedir? Tudem'in ilkgençliğe yönelik roman yarışmasının sonuç toplantısı için İzmir'e gidiyorum. Geçen yıl çocuk oyunu dalında yarışma düzenlemişti Tudem, bu yılki ilkgençlik edebiyatına çağdaş ve özgün yapıtlar kazandırmak amacıyla roman. Dosyaları okuduk, değerlendirdik, sonuç toplantısı için seçici kurul üyeleriyle İzmir'de buluşacağız. Havaalanına giden Havaş servisindeyim. Önümdeki sırada dört kişilik bir aile var ya da ben aile olduklarını sanıyorum. Hemen benim önümde anne ve baba oturuyor; yanda bir delikanlıyla genç kız. Hepsinin daha ilk bakışta Türk oldukları anlaşılıyor. Genç kız camdan dışarıyı seyrederken ötekiler kendi aralarında İngilizce konuşuyorlar. Daha doğrusu İngilizceydi konuştukları dil, az önce birden Türkçeye döndü. Sonra işler iyice karıştı. Şu anda, İngilizce - Türkçe karma bir dille sürüyor iletişim. Delikanlı hakiki bir Teksaslı gibi metalik sesler çıkarmayı başarıyor. Hani, eskiden Arapça bildiğini göstermek için "ayınları çatlatıp kafları patlatarak" konuşanlar varmış, anlaşılan, şimdi de İngilizcesinin mükemmel (onlar perfect der) olduğunu göstermek isteyenler, iki teneke parçasının birbirine sürtüldüğünde çıkana benzer sesler çıkarmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Genç kızın, delikanlının yabancı arkadaşı ya da sevgilisi olabileceğini düşündüm ilkin, derken o da Türkçe konuşmaya başladı. Yurtdışına gidiyorlardır, alıştırma yapıyorlar, diye düşünüyordum ki benimle birlikte iç hatlar terminalinde indiler. Şimdi ben bunu hiç anlamıyorum; anlamalı mıyım, onu da bilmiyorum.
17 Eylül Pazar
Yeniden çocuk olasım geldi ya da çocuklarımı yeniden büyütesim. İkisi de olanaksız olduğuna göre, torun beklemekten başka çare yok gibi görünüyor. Ne güzel olurdu! Torunumu dizime oturtup, "Bak yavrum," diye başlayarak anlatırdım ona. "Antik Roma'da yaşayan insanlar böyle giyinirlermiş. Burada da okyanuslardaki yaşam anlatılmış. Göğsümüzün içinde neler varmış, görüyor musun? Hadi şu saydam sayfayı kaldıralım. Bak, kalbimiz nasıl çalışırmış." Çocukken rüyamızda bile göremediğimiz kitaplar..."Mısır'ın Harikaları" adlı kitabın üzerinde göz oyuklarına gerçek birer taş yerleştirilmiş bir Mısır tanrısı kırmızı kırmızı bakıyor bize. Kapağını kaldırıyoruz. Aaa! Açılmayı bekleyen bir zarf, bir müze davetiyesi ve bir bilet... Sonraki sayfalarda kum tepeleri, kapakları kaldırılıp altına bakılacak birer resim olarak çizilmiş; ama çocuksanız size, yaptığı kazının sonunda uygarlık kalıntılarına ulaşan arkeoloğun sevincini yaşatabilir. Derken, yazar tarafından okura gönderilmiş bir mektup... Oradan alıp istediğiniz yere yapıştırabileceğiniz çıkartmalar... Yalnız çocukların değil, büyüklerin de ilgisini çekecek kitaplar. Benim mimar kızım "Bir Sayı Düşün" adlı kitabı saatlerce elinden bırakamadı. Yalnız bilgilendirici kitaplar mı? Çocuk romanları, şiir kitapları, öyküler, masallar... Çocukları geliştirici her şey var, hem her yönden hem de her yaştaki çocuğu. Güzel işler yapıyor Tudem. İzmir'de değil de İstanbul'da olsaydı daha geniş bir kesime ulaşır, çocuk edebiyatında tepelerde bir yere otururdu. İzmir'de olmak, yayımcılık açısından şanssızlık. Yalnız İzmir ve yalnız yayımcılık mı? Bütün alanlar ve her yer şanssız İstanbul'a göre. Ankara dahil.
18 Eylül Pazartesi
"Eşkenar üçgen"i equilateral triangle diye öğrenmekle müselles-i mütesaviyüladla diye öğrenmek arasında fark var mı? İnsan söylediği sözün anlamını bilmediği sürece ha Arapçasını ezberlemiş ha İngilizcesini. O zaman eşkenar üçgeni "müselles-i mütesaviyüladla" diye öğrenenler, geometriyi Türkçe anlatıldığında anlayacaklarından daha iyi anlamadılar. Üstelik bunu böylece ezberlemek Arapçalarını geliştirmeye de yetmedi. Ya şimdi? Matematik ve fen derslerini İngilizce görenler İngilizceyi daha iyi mi öğreniyorlar; yoksa matematik ve fen derslerinde harikalar mı yaratıyorlar?
20 Eylül Çarşamba
Bir Nijerya atasözü: Kararsızlık üvey çocuğa benzer; elini yıkamazsa pis, yıkarsa suyu harcıyor olur.
23 Eylül Cumartesi
Yakup Almelek'in yeni bir sorusu var: "'Mevzusu' denir mi?" diye soruyor. Kendisi araştırmış, pek çok kaynak kitaba bakmış, "mevzusu" değil, "mevzuu" denmesi gerektiğine karar vermiş. Yazım kılavuzlarının çoğunda hâlâ "mevzuu, bayii, camii" yazılışları doğru sayılsa da yeterince yaygınlaştığı için, "mevzusu, bayisi, camisi" biçimini doğru sayma eğilimi ağır basmaya başladı. Yeterince yaygınlaşmış olması bir ölçü elbette; ama bence can alıcı başka bir ölçü daha var; daha doğrusu bir ölçüt: "Doğruyu yanlışı hangi dilin kuralına göre belirleyeceğiz?" Saydığım sözcüklerin tümü Arapça ve tümünün sonunda "ayın" var. Ayın adlı harf ve hemze adlı işaret Latin alfabesine geçtikten sonra uzun süre kesme (') ile gösterildi; çünkü bunların Türkçede uygun ses karşılıkları yoktu. Sonra bu kesme işaretli yazış da kaldırıldı. Şimdi, can alıcı soru şudur: Bu sözcükleri yüzyıllardır kullandığımıza ve bundan sonra da kullanacak gibi göründüğümüze göre Arapçanın kurallarına göre yazmakta devam mı etmeliyiz; yoksa artık bizim olduğunu söylediğimiz bu ve buna benzer sözcüklerde Türkçenin kurallarını mı geçerli kılmalıyız? Ben ikinci tutumun doğru olduğunu düşünüyorum. Bırakın gelecek kuşakları, şimdi bile, eski yazı bilmeyenlere, orada görmedikleri ve seslendirmedikleri bir harfin daha bulunduğunu anlatmanın güçlüğünden ve saçmalığından bizi kurtaracak tutum budur. "Mevzusu" diye yazın, yan yana iki u'nun ve çatlatılacak bir "ayın"ın sevimsizliğinden kurtarın Türkçeyi.
25 Eylül Pazartesi
"Gecedir / Günün solduğu / Nasıl geldikse gideriz / Ölüm yabancı değil / Şiire girdiğinde" İbrahim Ergin'in "Karda Leke Var" adlı kitabının ilk şiirinden bir bölüm. Bu da "Baharlama" adlı şiir: "Doğa istekle gerinir / Başlar günün hışırtısı / Tohum toprakta delirir / Yeşil üzre şarkısı"
feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili Böl. Çukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İST.
05102006
Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
26 Eylül Salı
Dil bayramını Darüşşafaka Lisesi'nin öğretmen ve öğrencileriyle kutladık. Yarın Üsküdar Amerikan Lisesi'nde konuşacağım. Yarından sonra da Ortadoğu Eğitim Kurumları'nda; hem konuşacağım hem de fikrini benim verdiğim fotoğraf sergisini gezeceğim. Darüşşafakalılar çok ilgiliydiler bugün; ama ınsanı şaşırtmaz ki bu ilgi. Adı Sait Faik'le birlikte anılan bir okulun öğrencileri onlar. Sait Faik'in Burgazada'daki müze evinin ve kitaplarının tüm geliri annesi tarafından Darüşşafaka Cemiyeti'ne bırakılmış; cemiyet de bu yüzden her yıl "Sait Faik Hikâye Armağanı" verir. Bu satırların yazarı da bu önemli ödülü alma onurunu, tam yirmi yıl önce,1986'da yaşamıştır.1863 yılından beri hizmet veren, ilköğretim birinci sınıftan lisenin sonuncu sınıfına kadar, kızı erkeği ayırt etmeden öksüz ve yetim çocukları çatısı altında barındıran, okutan, eğiten, topluma kazandıran, adının anlamıyla "Şefkat ve merhamet evi" (Darüşşafaka: şefkat evi) olan okul, Sait Faik'e yakınlığı ile pekişmiş edebiyat sevgisini dergiler, kitaplar çıkararak, Sait Faik'in doğumunun 100. yılı nedeniyle öykü yarışması düzenleyerek, bu öyküleri kitaplaştırarak sürdürüyor. Böyle bir okulda, aydınlık, bilinçli öğretmenlerin elinde yetişen öğrencilerin öyküye, şiire, edebiyata, dile, sanata meraklı olması şaşırtır mı insanı?
28 Eylül Perşembe
Üç günlük dil bayramı koşuşturmam bugün sona erdi. Dün Özel Amerikan Lisesi'nde iki ayrı oturumda konuştum, bugün de Özel Ortadoğu Lisesi'nde. "Yozlaşan Türkçemiz" fotoğraf sergisi, gençlerin konuyu nasıl sahiplendiğini göstermesi bakımından güven vericiydi. Çok çalışmış çocuklar ve son derece ilginç örnekler saptamışlar. Tek tek görüldüğünde o tabelalar, duyurular, reklam panoları, markalar aynı etkiyi yaratmıyor. Yan yana getirildiğinde yabancılaşmanın ve saçmalamanın hangi boyutlara geldiğini göstermesi bakımından olağanüstü bir çarpıcılık kazanıyor. Şimdi artık hemen herkeste fotoğraf makinesi, fotoğraf çeken cep telefonları vs. var. Bütün okullarda Türkçe ve edebiyat öğretmenleri böyle etkinlikler düzenleseler ne iyi olur. Çünkü tehlike büyük. Çocuklarımızı Türkçe davasında yanımıza çekemezsek hem onları kaybedeceğiz hem de Türkçeyi.
30 Eylül Cumartesi
Soluk alır gibi, su içer gibi okuyabilmeli insan. O kadar kolay, bu kadar doğal... Everest Yayınevi'nden gelen yeni kitapları görünce nasıl candan diledim bunu... Hepsini okumak istiyorum, durup dinlenmeden, arka arkaya... Aslı Erdoğan'ın "Kabuk Adam" (roman) ve "Mucizevi Mandarin" (öykü) kitaplarından sonra denemeleri de "Bir Delinin Güncesi" ve "Bir Kez Daha" adlarıyla yayımlandı. Son gelen kitaplardan "Ezgili Yürek", Ruhi Su'nun şiirlerini, yazılarını ve kendisiyle yapılmış konuşmaları içeriyor. "Irmak" adlı şiirinde şöyle diyor Ruhi Su: "Ağaç demiş ki baltaya / Sen beni kesemezdin ama / Ne yapayım ki sapın benden / Bak şu ağacın bilincine sen / Ölen ben öldüren benden". Çağımızın önemli tarihçilerinden Eric Hobsbawm'ın kitabı "Kısa 20. Yüzyıl" adını taşıyor; Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcından SSCB'nin çöküşüne kadar olan dönemi (1914 - 1991) "Aşırılıklar Çağı" diye adlandırarak anlatıyor. Son derece aydınlatıcı olduğu belli; ama adındaki "kısa" sözcüğü yanıltıcı; çünkü bu "kısa" tarih tam 788 sayfa. Aynı yayın grubundan (Alfa) Kapı Yayınları tarafından basılan Reina Lewis'in "Oryantalizmi Yeniden Düşünmek", kesinlikle okunması gereken bir başka aydınlatıcı kitap. Shusha Guppy'nin adını ilk kez duyuyorum. Aynı zamanda şarkıcı ve söz yazarı da olan İranlı bir kadın yazarmış. İran'ı gördüğüm, bir hafta da olsa orada bulunduğum için, İran halkının kültüründen ve masallarından oluşan "Gülüşün Gizi" çok ilgimi çeken kitaplardan biri oldu. Toksöz B. Karasu'nun "Yahudi Efendi"sini, kitabı görmeden önce duymuştum. "Vahideddin'in meşru oğlu Ertuğrul'dan önce, Yahudi asıllı cariyelerinin birinden bir oğlu olur." Yahudi Efendi, işte bu oğuldur. Roman, kahramanının arayışlarının yanında, çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu'nu, Türkiye Cumhuriyeti'nin filizlendiği ilk yılları, dünyanın savaşlarla biçimlenen çehresini de anlatıyormuş. Okunması gerekmez mi? Ece Temelkuran'ı hem çok sever, hem de çok takdir ederim. "Ne Anlatayım Ben Sana!" adını taşıyan yeni kitabı, beyaz kapağının üzerine dolanmış kırmızı bir kurdeleyle geldi. Ne anlatıyor peki, denirse F tipi cezaevlerini anlatıyor, açlık grevlerini, ölüm oruçlarını... Bilmiyormuş gibi yaptıklarımızı, unutmuşuz gibi, hiç yaşanmamış gibi yaptıklarımızı anlatıyor. Biri anı, ikisi öykü üç yeni kitap. Anı, Hacer Kılcıoğlu'nun "Jale'yle Konuşmak"; öykü Kitapları ise Serpil Gülgûn'un "Ruhlar ve Âşıklar"ı ile Özlem N. Yılmaz'ın "Kayıp Yalnızlık Ormanı". Sadık Yalsızuçanlar'ın bütün öyküleri de Kapı Yayınları tarafından yayımlanıyor. İlki, "Şehirleri Süsleyen Yolcu Gerçeği İnciten Papağan". Yalsızuçanlar bambaşka bir öykü dünyasından sesleniyor okura, ilginç, özgün, mistik bir dünyadan. Ya Fuat Bozkurt'un "Türk İçki Geleneği"ne ne demeli? At tırnağından, kafatasından yapılmış kadehler; Kırgızlardan Hunlara, Göktürklerden Özbeklere, Tatarlara içki törenleri; içki yasakları, içkiyle ilgili şiirler, fıkralar, şarkı sözleri... 1853 - 1915 yılları arasında yaşamış Bektaşi babası Edip Harabi, sanki bugünkünden daha özgürce konuşuyor gibi: "Ey zahit, şaraba eyle ihtiram / Müslüman ol terk et kıy ü kaali / Ehline helaldir na ehle haram / Biz içeriz bize yoktur vebali". Döneminde Recaizade Ekrem'in Batı yanlısı, yenilikçi tutumu karşısında gelenekçi bir duruşu benimseyen Muallim Naci'nin meyhanede Kâbe kurması bugüne göre bile çok cesur bir söyleyiş değil mi? "Gönlüme sakiyi mimar eyledim meyhanede / Allah Allah... Kâbe imar eyledim meyhanede".
2 Ekim Pazartesi
"Head and Shoulders" reklamlarını nerede görsem bizim sözcük yapmakta, marka adı bulmakta, "uydurmak"ta neden bu kadar ürkek davrandığımızı düşünüyorum. Elin oğlu "Baş ve Omuzlar" diye şampuan markası uyduruyor; ama biz Türkçe köklerden Türkçenin eklerini kullanarak yeni sözcükler yapmaya ürküyoruz. Hiçbir dilde sözcükler gökten zembille inmez. Herkes dilini işleyerek yeni kavramlara adlar oluşturur, markalar bulur, ürettiği malları adlandırır. Biz ise bilmediğimiz sözcüklerde büyülü bir anlam olduğunu düşünür, Türkçesini arama, bulma zahmetine katlanmadan söylemekte de yazmakta da bize sorun çıkaracağını bile bile yabancı sözcüğü baş tacı ederiz. Bu aymazlık değil de nedir?
feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili Böl. Çukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İST.
12102006
Feyza HEPÇİLİNGİRLER
Türkçe Günlükleri
4 Ekim Çarşamba
Okuma ile arası pek iyi olmayanlar bile, yakın zamana kadar, kitabın pahalı olduğu, okumaya zaman kalmadığı gibi birtakım mazeretlerin arkasına saklanırlardı. Son yıllarda bu durum, "Okumayı sevmem.", "Kitap okumaktan hoşlanmam.", "Ben kitap okumak istemiyorum." diye neredeyse bir başkaldırı gibi söylenir oldu. Dün ve bugün yeni öğrencilerimle tanıştım da... Onları konuşturdum biraz. Nereden başlayacağımı saptamaya çalışıyorum çünkü. Edebiyat deyince lisedeki edebiyat derslerinden başka bir şey gelmiyor akıllarına. O dersleri de çoğu sevmemiş. Bu, edebiyatı da sevmedikleri yargısına ulaşmalarına yol açmış. "Şu ana dek bir tek kitap okudum." deyip okuduğu o tek kitabın adını anımsayamayanlar var; ama daha kötüsü, hiç kitap okumadan liseyi bitirenler var. Ders kitapları dışında bir tek kitap bile okumadan...
5 Ekim Perşembe
Bir Hint atasözü: Oğluna beş yaşına kadar kralmış gibi davran; on beş yaşına kadar uşakmış gibi; daha sonraki yaşlarında da arkadaşınmış gibi.
6 Ekim Cuma
Ölüdeniz Belediyesi Sanatevi Müdürü Coşkun Karabulut bildirdi: Ölüdeniz Belediye Meclisi karar almış. Bundan böyle Ölüdeniz Belediyesi sınırları içindeki işyerlerinin adları Türkçe olacak; tabelalarda eğer İngilizce kullanılacaksa Türkçeden sonra yazılacak, yemek listelerindeki yemek adları kesinlikle Türkçe olacak. "Kültür erozyonunun önlenmesi için işyeri isimlerinin Türkçeleştirilmesini sağlayacağız. Yeni açılacak işyerlerinin isimlerinin Türkçe olması için özendirici olacağız." diyen Ölüdeniz Belediye Başkanı Sayın Keramettin Yılmaz'a candan yürekten teşekkürler. Ölüdeniz Belediyesi'nin bu tutumunun İngilizceyi hâlâ gelişmişlik simgesi sayan başka belediyelere örnek olmasını dilerim.
7 Ekim Cumartesi
"Mobilya" gibi, "möble" sözcüğü de Fransızca. Ne var ki mobilyalı demek olan meublé'nin yanlış anlaşılması ve daha kibar sanılması yüzünden girmiş dilimize. Böyle anlamayıp dinlemeyip Türkçeye buyur ettiğimiz ne çok sözcük var. Kapıların numaralandığı otel ve benzeri yapılarda tuvalet kapısının numaralanması gerekmediği için oraya "numarasız" anlamında "sans numéro" demiş Fransızlar. Numarasız olduğunu belirtmek için de kapıya çift sıfır koymuşlar. Fransızların "san numero" demesini "cent numéro" (100 numara) diye anlayan bizim Fransızca hayranları, "numarasız"ı, "yüz numara" diye sokmuş Türkçeye. Kapısında 100 değil, yalnızca iki tane sıfır (00) olduğu halde helalarımıza bu nedenle yıllarca "yüznumara" dedik durduk. Banyo ve tuvaletlerdeki yukarı doğru açılan havalandırma pencerelerine vasistas denmesinin öyküsünü de Cengiz Bektaş'tan dinlemiştim. O tür pencereyi Almanya'da ilk kez piyasaya süren firma, gazete reklamlarında, pencere fotoğrafının yanına, "Bu nedir?" anlamında "Was ist das?" diye yazmış. Bu soru tümcesini o pencere türünün adı sanan uyanık arkadaşımız da Türkçe piyasasına Almancası "Bu nedir?" demek olan bir pencere adı armağan etmiş oldu.
Yine 7 Ekim Cumartesi
Önceden bildiğim bir fıkraydı bu. Yanılmıyorsam Neyzen Tevfik'le ilgili olarak anlatılır. Yeşilay'ın bir toplantısında konuşmacı, "Bir eşeğin önüne bir kova su, bir kova rakı koysanız hangisini içer?" diye sormuş. Dinleyicilerden biri, "Elbette suyu..." deyince, sürdürmüş soruyu: "Peki, neden?" Neyzen Tevfik de oradaymış. O zamana dek sabırla dinlemişken bu son soru karşısında dayanamamış: "Neden olacak; eşekliğinden." Meğer bu fıkranın devamı da varmış. Fuat Bozkurt'un aktarımıyla Falih Rıfkı anlatıyor (Türk İçki Geleneği, s.145): "Atatürk (bu) hikâyeye bayıldı idi. Sık sık tekrar ederdi. Bir akşam çiftlikte eski küçük köşkün önünde oturuyorduk. Uzakça duran bir işçi çocuğu bizi seyrediyordu. Atatürk: 'Gel çocuğum buraya!' dedi. Çocuk sofraya yanaştı. Atatürk sordu: 'Bir eşeğin önüne bir kova su, bir kova rakı koysalar hangisini içer?' Çocuk önümüzdeki rakılara bakarak: 'Rakıyı efendim.' demesin mi? Atatürk gülerek, 'Aman neden olduğunu sormayalım.' demişti."
8 Ekim Pazar
Çok gözalıcı görünüyor kitaplar; küçük, dar, sevimli, siyah zemin üzerine önü arkası fotoğraflı... Yabancı kitaplar gibi... Bu izlenim yalnız kitapların görünüşünden edinilmiyor. Yayınevinin adı, "nis media communications" olarak geçiyor kitaplarda. Bu adın hemen üstünde tam olarak şöyle yazıyor: "newyork.istanbul.stockholm". Kitapların içinde Türkçenin yanı sıra İngilizce ve Almanca yazılar da var. Bir kitabın adı: "Reporting Afghanistan". Yazar kendi adını SONMEZ diye yazıyor. Yazar kim mi? Tekin Sönmez. Ama gerçekten her yerde SonMez diye geçiyor adı. "Kars Platosu Öyküleri", "Köyceğiz Gölü Öyküleri" diye öykü kitapları var. "Marissa Epos", "BenAras" ve "Söylence Berlin" adlarını taşıyan romanları; kendi çektiği çok başarılı fotoğraflarla süslenmiş gezi izlenimleri ve şiir, roman, deneme örnekleri içeren, türü "belgesel" olarak belirlenmiş bir yaşam özeti: "Sanat Kırk Yıl". Bir de alt başlığı var kitabın: "Why are you here?"
9 Ekim Pazartesi
Gitti. Tutamadık buralarda. Böyle oluyor işte. Yüksek lisans, doktora yapsın, dönsün diye gönderiyorsunuz; ama giden geri gelmiyor. Gelirse burada, yüce amaçlar için değil, yalnızca yaşayabilmek için verilen zorlu savaşıma katlanmak zorunda kalıyor, geldiğine pişman oluyor. Kızım Amerika'ya geri döndü. Yurt dışında okuyanların yüzde otuzdan fazlası okudukları ülkede kalıyor, Türkiye'ye geri gelmiyormuş. Gelenleri de kırmızı dipli mumlarla karşılamıyoruz zaten.
feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili Böl. Çukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İST.
19102006

26102006/yazı yazılmamış
02112006/yazı yok
09112006/yazıyok

Türkçe Günlükleri
22 Ekim Pazar
Joshua Bear uyarıyor: "'Mobilya' sözcüğü, Fransızcadan değil, İtalyanca 'mobilia'dan Türkçeye alınmıştır." Doğru. Bildiğimden o kadar emin olmayıp sözlüğe baksaydım ben de görecektim. Fransızcada 18. yüzyıldan beri kullanılan "vasistas" sözcüğünün de Türkçeye Almancadan değil, Fransızcadan girdiğini söylerken "O tarihlerde fotoğraflı gazete raklamları yoktu" dedikten sonra, benim Cengiz Bektaş'a dayanarak anlattığım öykü için de, "... dolayısıyla aktarılan hikâye tamamen hayal mahsulüdür" diyor. Belki öyledir; ama "Bu nedir?" anlamına gelen bir pencere adı, öyküsünü de içinde taşımıyor mu?Bugün gönderdiği mektupta başka bir şeye dikkat çekmiş Joshua Bear. Türkiye'nin her yerindeki 'süpermarket'lerde işlemin çabuk görüleceğini vaat eden kasaların üzerinde çeşitli ve kimileri de gülünç yazımlarla 'Ekspres / Ekspress / Express / Expres' yazarken, Ankara'daki Beğendik mağazasında "HIZLI KASA" yazdığını söylüyor ve ekliyor: "Zaman zaman güzel, küçük şeylerle karşılaşıp seviniyoruz." Sevindiğimiz bu küçük, güzel şeyleri takdir ettiğimizi de söylemeliyiz. İstanbul'daki büyük alışveriş merkezlerinden biri -içindeki mağazaların, oralarda satılan yerli ürünlerin yabancı ad taşımasına karşın- kendisine, benzerleri gibi, İngilizce (Türkilizce?!) bir ad koymayıp AKMERKEZ dediğinde de aynı sevinci duymalı, aynı takdiri göstermeliydik. Yalnız olumsuzlukları eleştirmek olmaz. Olumluyu da alkışlamalıyız ki çoğaltabilelim.
27 Ekim Cuma
Agâh Özgüç'ün "Türlerle Türk Sineması", 2005 yılı sonunda, Dünya Kitapları arasında yayımlanmıştı. Bugüne dek pek yapılmamış bir işi gerçekleştirmişti Özgüç bu kitabında. Türk sineması kapsamındaki filmleri, türlerine göre sınıflandırmış; kovboy filmlerinden polisiyeye, güldürü ve cinsellik temalı olanlardan dinsel içeriklilere kadar, yaklaşık kırk başlık altında incelemişti. Modern Türk sinemasının oluşumuna tanıklık eden Agâh Özgüç, iki ay önce, "+1 kitap" tarafından yayımlanan "bir sinema yazarının günlüğünden aykırı notlar" adlı kitabında da Yeşilçam'dan ilginç anılar aktarıyor. Muzaffer Tema'nın Türkiye'de oynadığı filmlerin Amerika'da bir bakkal dükkânında bulunması, Fikret Hakan'ın 'kovduğu zaman haysiyetli olup gidecek' bir menajer aramasının nedeni, Ayten Çankaya'yı film çekiminde öpmenin bedelinin on lira olması... Daha neler neler... Kitabın arkasında da dendiği gibi, "Türk sinemasında yaşanmış en 'artistik', en 'şık' ve en 'sıradışı' Yeşilçam hikâyeleri..."Agâh Özgüç'ünkiler gibi, görsellerle desteklenmiş bir başka sinema kitabı da yine "+1 kitap" tarafından, Ağustos 2006'da yayımlanan Giovanni Scognamillo'nun "Batı Sinemasında Türkiye ve Türkler"i. Kitap birçok soruya yanıt arıyor: "Sessiz sinema döneminden başlayıp uzun süre devam eden oryantalist bakış, neden Türkiye'yi egzotik, büyülü, estetik bir fon haline getirmiştir? Batı dünyası için Türkiye hangisi? Bir 'hayal' mi? Yoksa 'mutsuz' bir imge mi? Ya da kaybolmuş bir 'rüya' mı?"
3 Kasım Cuma
Bayram geldi, geçti, gitti. Ayvalık'a gitmek için ("Kaçmak" da denebilir.) her fırsatı değerlendirdiğim için oradaydım yine. Döndüm, kitap bayramı başladı. Yarından sonra o da bitiyor. TÜYAP Kitap Fuarı'nın uzaklığına, havanın uzun yolculuğu daha da çekilmez duruma getirmesine karşın, yıllardır karşılaşılmayan yazar - şair dostlarla görüşmek, kitapseverlerle buluşmak, "okur" dediğiniz kişinin düşsel soyutluktan sıyrılıp kanlı canlı karşınıza çıkmasının şaşkınlığını ve zevkini yaşamak, gerçek bir şenlik duygusu bırakıyor insanda. Bugün konuşma yapmaya giderken tek endişem, soğuk hava ve yağmaya başlayan kar yüzünden dinleyici bulamamaktı. İçeri girdim ki salon ağzına kadar dolu. Ama büyüklerle değil, küçüklerle; 8 - 10 yaşlarındaki öğrencilerle. Sonrasını onlar belirledi. Beni dinlemek için Bursa'dan, Ankara'dan geldiklerini söyleyen dinleyicilerime ayıp oldu biraz; ama konuşmanın rotasını çocuklara göre çizmekten başka çarem yoktu.
4 Kasım Cumartesi
Galip Büyükyıldırım, benim pek dikkat etmediğim bir noktaya değinmiş. Diyor ki: "Tayyip Erdoğan imam okulundaki Arapça derslerinde öğrendiği üzere sözcükler içerisindeki "i" leri uzatarak söylüyor: "Mecliiis, medeniiiyyet" gibi. AKP'yi (A - Ke - Pe) AK Parti diye okutarak Türkçeyi bozan TRT, bu konuda da Başbakan'a uyup "i" leri uzatmaya başladı. Spikerler, Gaziiiantep, Gaziiipaşa, Seferiiihisar, Seydiiişehir, ... diyorlar. İş o duruma geldiii ki (!) Arapça olmayan, Batı dillerinden gelen sözcükler içerisindeki "i"ler bile uzun okunuyor: Kabiiine ('kabile' der gibi), Ermeniii ('Azeri' der gibi), Liiise vb. Derken tüm özel TV spikerleri de "i"leri uzatmaya başladılar. Haydi TRT'yi anladık. Genel Müdür genelge yayımladı: 'Başbakan gibi okuyun' dedi. Özellere ne oluyor, RTÜK de tüzük mü çıkardı acaba?"Söylenebilecek her şeyi söylemiş Galip Büyükyıldırım. Ne eklenebilir ki? Ben de en fazla bunları söyleyebilirdim.
6 Kasım Pazartesi
Ecevit ölmüş. Sözcükleri öpe koklaya, duya okşaya kullanan, Türkçe sevdalısı, Türkiye'nin ilk ve tek şair başbakanı Bülent Ecevit... Siyasetin at gözlükleriyle bakmadı dünyaya, sanatla kendisini ve yaşamını güzelleştirmeyi bildi. Sanatın her türünden anlardı çünkü. Resmi gören, edebiyatı bilen, kitabı seven; daha da önemlisi kitap okumanın tadını ve zevkini alarak zenginleşmiş bir kişiydi. Sadece Red Kit okuyan başbakanlardan değildi o, kitaplıkları ve kitapları olan arkadaşlarını para kazanamadıkları için hor gören başbakanlardan da değildi. Bir daha böyle bir başbakan görebilecek mi Türkiye? Umalım ki görür. Yalnız Türkiye'nin değil, Türkçenin de başı sağ olsun. feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili Böl. Çukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İST.
16112006
23112006/yazı yok

Türkçe Günlükleri
12 Kasım Pazar
İki ay önce bugün çıktı piyasaya. 12 Eylül 2006'da. Tam o gün yayımlanması gerekiyordu çünkü. Kitabın "Bir Tersine Yürüyüş" olan adının altındaki başlık, neden o gün çıkması gerektiğini söylüyor: "12 Eylül Öyküleri" bunlar. "Nereden?", "Nasıl?", "Nereye?" diye üç ana bölümden oluşan, Abidin Dino'nun desenleriyle görsellik kazanan kitap Can Yayınları tarafından yayımlandı. Bugün "Eve Dönüş" filmini izledikten, izlerken epeyce gözyaşı döktükten sonra, bu kitabı yeniden karıştırmak gereğini duydum. Yaşadık biz bunları. Çok fazla anlatmadıysak bizden sonrakileri acımızla huzursuz etmemek içindi; acımızı unutmak için. 12 Eylül'ü unutturmak için değil. Oysa ne görüyoruz? Darbenin ve dökülen genç kanlarının sorumlusu olduğu unutulmuş bir paşa eskisi "Marmarisli bir ressam" olarak oturuyor köşesinde. Oradan söze karışıyor; çoluk çocuğu astırdığı için vicdan azabı çekmediğini, kan dökmekte haklı olduğunu söylemeye utanmıyor. İşte Hürriyet Yaşar, 12 Eylül'ü görmemiş, yaşamamış gençlere, o günleri edebiyat yoluyla hatırlatmak için hazırlamış bu antolojiyi. Bilinsin, duyumsansın ve darbeler bir daha yaşanmasın diye.
13 Kasım Pazartesi
"Sadece taklitçi olarak kalmamak, Avrupa kültür çevresi içinde kendimize göre bir yerimiz ve varlığımız olmasını istiyorsak her şeyden önce kendi dilimize güvenmemiz gerekir. Bize gereken, yabancı kelime düşmanlığı değil, Türkçeye karşı sevgidir." Tam 57 yıl önce, çok genç yaşta kaybettiğimiz Suat Yakup Baydur'un sözleri bunlar. Şunlar da: "Atatürk birçok devrimle bizi Asyalılıktan kurtarıp Avrupalılaştırmaya çalışmıştır. Fakat o bizim sadece Avrupa medeniyetinin bir taklitçisi olmamızı istememiştir. Avrupalılaşırken kendi benliğimizi yitirmememiz, yeni girdiğimiz kültür çevresi içinde bir şahsiyetimiz olması için dil ve tarih devrimlerini yapmıştır." Budur anlatmaya çalıştığımız! Milliyetçilikle ilgisi yok. Çağdaş bir ülke olma isteği; ama onurundan ödün vermeden.
14 Kasım Salı
"Bu kadar bütçesi olan bir kamu kurumunun, bir küçük fedakârlıkla bir dil uzmanını danışman olarak tutması çok mu lüks olur acaba?" diye soruyordu Nurten Çelik. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin üst geçitlere astığı bez pankartların üzerindeki yazıya dikkat çekiyor ve bu hataların kendisini, "ayağı çalıya takılmış gibi" huzursuz ettiğini söylüyordu. "Sıfatların yanlış yerde kullanılması böyle anlatım bozukluklarına yol açar" dedikten sonra, öğrencilere, her gün önünden geçtikleri yazıyı göstermek benim işimi kolaylaştırıyor doğrusu. Yoksa belediye bana yardımcı olmak için mi yapıyor bu hataları? Sözünü ettiğimiz duyuru: "ÜCRETSİZ EVDE SAĞLIK HİZMETİ". Buradaki "ücretsiz" sıfatı, görevini yapıyor ve kendisinden sonra gelen "ev" sözcüğünü belirtiyor. Sıfatın Türkçe adının "önad" olduğu anımsanmalı. Önad (adı üstünde) hangi addan önce gelirse onu niteler. Burada evin ücretsiz olduğunu belirtmiş oluyor. Oysa anlıyoruz ki ücretsiz olan ev değil, "sağlık hizmeti"dir. O zaman, o tamlamanın önüne konmalıydı "ücretsiz" sıfatı ve sıralama şöyle olmalıydı: "Evde ücretsiz sağlık hizmeti". Bu tür yanlışların virgülle düzeltilebileceği çok kişinin aklına gelir. Yazıda virgülle, konuşmada tonlamayla düzeltilebilecek hatalar da var. Bu, onlardan değil. Sözgelimi, bir reklamda, "Saç kökleri beslenemediği zaman zayıflar ve dökülür." deniyor. Tümce böyle bırakılırsa "dökülür" yüklemine başka bir özne konmadığı için, dökülenin de "saç kökleri" olduğu anlamı çıkar. "Saç" sözcüğünden sonra konacak bir virgül, anlamı çok değiştirmeden anlatımı düzeltir. Söylerken de "saç kökleri" tamlama değil, "saç" sözcüğü özne olarak okunmak koşuluyla elbette. Yanlış tonlamalar anlatımı tümden değiştirebilir. Az önce Doğan Hızlan'ın CNN Türk'teki Karalama Defteri programında Mine Kırıkkanat'ın yeni kitabının adı, "yalnız" sözcüğü, "yanında başka biri bulunmayan, tek başına" anlamı taşıyormuş gibi okundu: "Yalnız Kitap Unutmaz". Bu tonlamayla okunduğunda, "Kitap tek başınaysa unutmaz; yanında başka kitaplar varsa unutabilir" anlamı çıkıyordu. Oysa besbelli, "Başka her şey unutabilir, sadece kitap unutmaz" denmek isteniyor. Nurten Çelik bir de virgül ile noktalı virgülün kullanım alanlarına bir kez daha değinmemi rica ediyordu. Değinirim; ama daha sonra. Bugün yeteri kadar öğretici oldum.
17 Kasım Cuma
İki gün içinde dört okulda altı konuşma... İzmir'deydim. Yaşıma başıma bakmadan dolanıp duruyorum. Gençleri çok önemsiyorum çünkü. Onları Türkçe davasına kazanamazsak Türkçeyi de kaybederiz, Türkiye'yi de.
19 Kasım Pazar
Çalışırken TRT 4'ü açıyorum çok zaman. Bakmanın gerekmediği müzik programları dikkatimi dağıtmıyor pek. Yanlış bir şey söylenmediği sürece. Az önce "şakayık" sözcüğünü "halayık" gibi söyleyen sunucuya kadar da öyle olmuştu. "Şakayık" diye yazılıyorsa da böyle değil; ikinci a uzatılıp "şakaayık" diye söylenmeli. Uzatılması gerekmediği halde uzatılan sesler de var, hem de ne çok. Sözgelimi, "böörek" değil, börek; "maarul" değil, marul; "taabut" değil, tabut; ama özellikle şu iki sözcük. Pek çok kişi tarafından ilk heceleri uzatılarak söyleniyor. Oysa, "yaarın" değil, yarın; "haayır" değil, hayır.
20 Kasım Pazartesi
"Ayıp" sözcüğü başka dilde yokmuş. İzmir'deki okullardan birinde konuşuldu. Başka dilde olup olmaması değil, birçok kavram gibi, içinin boşaltılmış olması önemli. Evde, anne babasıyla konuşurken "be" derse bir çocuk, azarlanırdı. Çünkü "be" demek ayıptı. Yanında "oh" olsa bile! feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili Böl. Çukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İST.
30112006
07122006/yazıyok
Türkçe Günlükleri
28 Kasım Salı
Emin Karaca'nın, "Sosyalizm Yolunda İnadın ve Direncin Adı Kıvılcımlı" kitabından Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın "Edebiyatı Cedide"ye eleştirel gözle bakışını yansıtan bir kitabı olduğunu öğrenmiştim; ama doğrusu doktorun Türkçe üzerine de düşündüğünü ve düşüncelerini "Türkçenin Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz" adlı bir kitapçıkta topladığını ya unutmuşum ya da zaten bilmiyormuşum. Mehmet Sağcan bu kitapçığı, bir de "turkey" (hindi) konusundaki görüşlerini anlatan kendi yazısını göndermiş. Dr. Kıvılcımlı'nın "Giriş" bölümünde ve bundan tam 60 yıl önce (Kitapçığın ilk basım tarihi 1966) söyledikleri, bu konuda düşünenlerin bugün altına imzalarını gururla atacakları düşünceler: "Dilin gelişimi için düşünce yaratıcılığı ne denli gerekliyse, yaratıcı düşünce için de işlek dil en az o kadar gereklidir.", "Bir toplumda düşünceyi yok etmek mi istiyorsunuz? O toplumun dilini bozuk plağa çevirin; ortada ne akıl kalır, ne fikir." Ancak daha sonra, Arapçayı esas alarak oradaki sözcük türetme yollarını Türkçede araması ve bulması fazlasıyla zorlama. Arapçadaki "if'al, tef'il, istif'al..." baplarına (bap, kapı demek) karşılık, Türkçede altı kapı olduğunu söylüyor ve sıralıyor bunları. Sıraladıkları Türkçenin eylemden eylem türetme ekleri. Bunlar altı tane değil, sözgelimi Muharrem Ergin'in kitabında 20 tane. Daha onlarca yapım ekimiz var üstelik. Yine de bu eklerin anlamlarını somutlaştırma, şemalaştırma uygulamaları, bunları çizimlerle anlatma çabaları takdir edilmeyi fazlasıyla hak ediyor. 211 adet tek heceli eylem saptamış Kıvılcımlı, "Bu tek hecelilerimizi 6 eylem kapısında çoğaltırsak 1477 olurlar. Ad-San türeme avadanlığında 20'şer de örnek çeşit verseler 255 400 sözcük ortaya çıkabilir. Yalnız tek heceli 200 kadar eylem böyle. Bir de çok heceli eylemlerimizi bu proje içinde üretip türetirsek Türkçenin normal sözcük zenginliği bugünküyle ölçülmeyecek bir yüksekliğe ulaşır" diyor. Bunu kırk yıl önce söylüyor. Bugün bilgisayarların sağladığı olanaklarla denemeye değmez mi? "Hindi" (turkey) konusu haftaya kaldı yine. Bekleyin.
30 Kasım Perşembe
Nasıl da değerbilirdir Anadolu dergileri... İşte "Ardıçkuşu"! Burhan Mendi tarafından Adana'da kim bilir ne güçlüklerle, ne özverilerle çıkarılmakta olan dergi, son sayısını "Köy enstitülü aydınlanmacı yazar" diye tanımladığı Mahmut Yağmur'a ayırmış. "Dertler Pazarı", "Ekmek ve Özgürlük", "Kutsal İmece" ve bana da gönderdiği "Sancılı Çağ" adlı dört kitabı var yazarın. Oktay Akbal, "Uzun yıllarımın dostudur," dediği Yağmur'un, "Tonguç'ların, Yücel'lerin ülkeye yaygınlaştırmaya çalıştığı çağdaş uygarlığın gönüllü bir savaşçısı. Yorulma nedir bilmeyen bir yaşamdan emekli." olduğunu söylüyor. Cumhuriyetin kendilerine emanet edilmesinin sorumluluğunu taşıyan bu kuşak, Oktay Akbal'ın da dediği gibi, bitirmiyor savaşımını, yaşlanmıyor, bıkmıyor, yorulmuyor.
2 Aralık Cumartesi
"Kadın şair" ile "şair kadın" arasında ne fark var? "Hiç fark yok!" diyenleri Türkçe biliyor saymamalı. Ayten Mutlu, şairlerden cinsiyeti kadın olanların bir bütün olarak ele alınıp "kadın şairler" diye adlandırılmasına sinirlendiği için "şair kadınlar" diye düzeltmiş bu sözü. Aradaki fark nedir denirse "kadın şair" sözünde şairin kadın olduğu belirlemesi öne çıkarılıyor. "Şair kadın" dendiğinde kadınlık reddediliyor değil. Tam tersine esas alınan o. Ancak bu uygulamada şair kadınları öteki kadınlardan ayıran özellik olarak şairlikleri vurgulanmış oluyor. İki sözcüğün yeri değiştirilerek, başka bir deyişle ad sıfat, sıfat ad yapılarak önemli bir anlam farkı yaratılabiliyor. Bilmem; ama böyle bir uygulama başka dillerde kolay kolay yapılamaz gibi geliyor bana. Bu Türkçenin bize sağladığı olanak; ama iyelik eklerini atıp ad tamlamalarını sıfat tamlaması yapmak öyle değil. Dün kendi okulumda yaptığım konuşmada sorulan "bayan pantolon" sözü buna örnek işte. Kadın pantolonu olması gereken ad tamlamasındaki iyelik eki atıldığında kadın ile pantolon arasındaki aitlik - sahiplik ilişkisi ortadan kalktığı için tamlama, sıfat tamlamasına dönüşüyor. Bu durumda, pantolonun "bayan biçiminde, bayana benzeyen bir pantolon" olduğu söylenmiş olur sadece; başka da bir şey olmaz. Bu arada... Ayten Mutlu'nun şiirlerinden kendi seçtikleri Toroslu Kitaplığı tarafından, "Ateşin Köklerinde" (2006) adıyla yayımlandı. O kitaptan tadımlık dizeler: "her şeyi bilirdik anımsıyorum/ bizden sorulurdu dünyanın hali/ ah, gel gör ki taş bile sustu/ sözün bittiği yerde hâlâ inliyor/ demirden bir gecenin yalnızlık vakti""taş da sustu sevgilim/ ayışığı ölü yengeç vadisi/ işaretli kentlere gömüldü dağlar/ bugün ne zaman dün oldu söyle/ ne zaman unuttuk yağmura şarkılar söylemeyi"
4 Aralık Pazartesi
Milli Eğitim Vakfı Özel Basınköy İlköğretim Okulu, kültür sanat şenliklerinin ikincisini düzenlemiş bu yıl. Okul aynı zamanda bir sergi salonu olarak da gezilebilir. Öyle güzel çalışmalar yapmışlar ki çocuklar! Düğmelerden, kumaşlardan, makarna, şehriye, ceviz kabuğu ve benzerlerinden, tükenmiş tükenmez kalemlerden... Ama beni en çok ilgilendiren seramik çalışmaları, seramikten yaptıkları geleneksel figürler, sözgelimi Karagöz - Hacivat, gaga gagaya vermiş Osmanlı güvercinleri ve minyatürler... Bunlar bizim kültürümüz. Kültürüne sahip çıkmayı bilen, diline sahip çıkmayı bilmez mi? Çok güzel çocuklar bunlar. Umutla, gururla doldu içim.
Yine 4 Aralık Pazartesi
Ayvalık Çağdaş Yaşamı Koruma Derneği, örümcek kafalılıkla suçlanmayı bile göze alarak verdiği mücadeleyi kazandı sonunda. Bugün Ayvalık Belediyesi Kent Meclisi'nde, yabancı adla işyeri açmak isteğine olumsuz yanıt verilmesi görüşülmüş ve karara bağlanmış. Sevinçle, heyecanla haber verdiler az önce. Hâlâ Türkiye'nin bir yerlerinde Türkçe olmayan (hatta İngilizce de olmayan, Türkilizce diyebileceğimiz) adları çağdaşlık sayan belediyeler varsa onlara önemle duyurulur. Çağdaşlık kendi kültürünü, kendi dilini sahiplenip yüceltmeyi gerektirmelidir; bunlardan kopmayı, uzaklaşmayı, kendine yabancılaşmayı değil. feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili Böl. Çukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İST.
14122006
21122006/yazıyok


Türkçe Günlükleri
11 Aralık Pazartesi
"T"ürk insanı"... Tansu Çiller'in Türkiye'ye ve Türkçeye mirası... Kulağımız öyle alıştı ki ne duyduğumuzda yadırgıyoruz ne de biz kullandığımızda başkaları yadırgıyor. Oysa ne demek "Türk insanı"? "Japon insanı", "Yunan insanı", "İngiliz insanı" var mı ki "Türk insanı" olsun? Ata Demirer'in esprilerindeki "hindi hayvanı", "eşek hayvanı", "balık hayvanı" gibi.
13 Aralık Çarşamba
Latife Tekin'den yeni bir roman: "Muinar" (Everest Yayınları). Özellikle fantastik edebiyattan hoşlananların çok sevecekleri bir kitap.
15 Aralık Cuma
Lise öğrencilerinin bize yansıyan, daha doğrusu, yazılı ve görsel yayınlar aracılığıyla yansıtılan yüzünü görüyoruz yalnız. ÖSS dönemine yaklaştıkça ruhsal dengelerinin bozulduğunu, çoğunun bir uzman yardımına gereksinme duyduğunu bilmiyoruz. Konuşma yapmak için gittiğim okullarda hep aynı yakınmayı duyuyorum: Çocukların durumu çok kötü! Bana seslerini ulaştırabilenler de başka başka biçimlerde; ama hep bunu söylüyorlar. Tek suçlu "Kurtlar Vadisi" değil. Okullardan gelen "şiddet" haberlerinin arkasında bu yay gibi gerilmiş sinirler var. Gençliği, sınavlar uğruna feda ediyoruz. Buna bir çare! Mutlaka...
16 Aralık Cumartesi
Her kanalda her gece en az iki dizi oynarken televizyon dizilerinden uzak kalmak pek kolay değil. Bir ucundan yaşadığım Menderesli yılları anlatan, "Hatırla Sevgili", izlemeye çalıştığım dizilerden biri. Filmin gençlerinin bulunduğu yaşta değildim, çocuktum; ama anımsıyorum o yılları, o günü. Özellikle 27 Mayıs 1960 sabahındaki heyecanımı. O gün okulda şarkı söylemekle görevliydim ve heyecandan sabaha kadar uyuyamamıştım. Sabah o heyecanla okula giderken yarı yolda, "İhtilal oldu çocuklar. Haydi evinize." diye geri döndürdüler bizi. Dizi, o günlerin siyasal ortamından çok, gençlerin arkadaşlık ve aşk ilişkileri üzerinde dursa da yirminci yüzyılın tam ortasına denk gelen zaman diliminin Türkiye'de nasıl yaşandığını başarıyla yansıtıyor. Üzerinden yarım yüzyıla yakın zaman geçmesine karşın bu geçmişi bilmiyoruz, öğrenmiyoruz ve öğretmiyoruz. Ne 12 Eylül'ü anlatıyoruz gençlere, ne 12 Mart'ı, ne de 27 Mayıs'ı. Sonra da dönüp bilgisizlikleriyle dalga geçiyoruz. Kenan Evren tarafından adındaki "devrim" sözcüğü "inkılap"a döndürülmüş, "Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi" dersi (adından da anlaşılacağı gibi) Atatürk'ten sonrasını kapsamıyor. Dolayısıyla günümüzü de belirleyen bu geçmişi bilmeden bugünlere nasıl geldiğimizi kim, nasıl anlayacak? Dizide gözden kaçan bir iki ayrıntı olmasına karşın (Sözgelimi renkli, desenli nevresim takımlar yoktu o zaman ve zaten nevresim, evlerde değil, yatılı okullarda, hastanelerde, yorganın pisliğini gizlemek için kullanılan bir yorgan çarşafı türüydü.) giyim kuşamdan yaşama alışkanlıklarına kadar pek çok özellik çok iyi araştırılmış. Dile gelince... "Başvekil, mütehassis" sözcükleri gibi, "Hususi meselenizi mevzubahis etmem söz konusu değil." tümcesi gibi, artık unutulmuş "lenduha" sözüğü gibi, dönemin havasını yansıtan kullanımlar var. (Bu arada, "lenduha", hep "lenduha gibi" biçiminde kullanılır ve "çok iri, kaba" anlamındadır. Peki "lenduha" nedir, denirse -biraz kaba kaçacak ama- Farsça, "eşeğin üreme organı" anlamında "lend-i har"dan bozularak gelmiş bir sözcüktür.) Dilsel olarak dizide aksayan yanlar da var ama! İngilizce "Why not?" sözünün tam karşılığı olarak "Neden olmasın?" denmiyordu o zamanlar. "Bu, en son istediğim şey." kalıbı henüz Türkçeye girmemişti. "Bu kadar geç kalman için iyi bir mazeretin vardır inşallah." gibi tümceler kurulmuyordu. "Artık benim farkımda." yerine, büyük olasılıkla, "Sonunda beni fark etti." deniyordu. "Oldukça" sözcüğü, abartılı bir çokluk bildirmek için değil, "eh işte" anlamında kullanılıyordu. "Hayret bi'şey" henüz icat olmamıştı. Tuvalete "lavabo" denmiyordu. Kapı çalındığında, evin en küçüğü, "Ben bakarım." diye bağırmadan gidip açıyordu kapıyı. "Herkese merhaba!" ya da "Günaydın herkese!" yerine yalnızca "Merhaba" ve "Günaydın" deniyordu; böyle denmesinden herkes bu sözlerin onlara söylendiğini anlıyordu.
18 Aralık Pazartesi
Şiir kitapları... İlyas Halil'den ne zamandır söz edeceğim; bir türlü olmadı. Kırk yıldır Türkçe konuşulmayan ülkelerde yaşamış İlyas Halil, şu anda da Kanada'da yaşamaktaymış. "Pazar Sabahı Güvercinler","SENİ / TANIMLAMAK: / DENİZİ / BALIKLARA / ANLATMAK" gibi, "DALINA TAKILAN / UÇURTMAYI / BAHAR ÇİÇEĞİ / SANDI / ELMA AĞACI" gibi, tümü büyük harflerle yazılmış, üç - beş dizeli şiirlerinin, İngilizceleri ile birlikte yer aldığı bir şiir kitabı. "Mürekkep Acısı", Şükran Aydın'ın ilk şiir kitabı; "pirler sofrasında bir yemek yedim / kursağım nerdeymiş anladım" gibi, "yollardan öte yangına gittik / yan yan bittik" gibi tasavvuf kokan şiirleri var Aydın'ın. Belki de arayış aşamasında henüz; nerede karar kılacağı şimdiden belli değil. A. Kadir Paksoy ise adını duyurmuş, kendini kabul ettirmiş, üyesi olduğu toplumun her acısını yüreğinde duyan bir şair. Edebiyatseverler Tan Edebiyat dergisinin sahibi olarak da biliyorlar bu adı. Üç şiir kitabı da önümde: "Kadir Bey Tarihi", "Tan Ağrısı" ve "Yaralı Temmuz". Tadımlık şiirinin adı "Dördüncü": "Bir kuş geldi / Kondu penceremin önüne / üç kez öttü / doğum dedi / Yaşam dedi / Ölüm dedi / Dördüncüyü bana bırakıp gitti." Cihan Oğuz'un en son kitabı Yom Yayınları'ndan çıkmış: "kendime savurduğum hançer". "Keşke bütün sözler, tanrının evreni yaratmak istediği noktada donup kalsaydı..." diye başlıyor kitap; "Zaten bütün sözler tanrının insanı yaratmak istediği noktada donup kalmıştı." diye bitiyor; ama arada şairin sözleri var: "Söz bazen zavallı şarkı, / Bazen şiir boşluğa atılan kırık taş. / Benim bir kalbim vardı / Coşkulu işkenceler yaşayan / Her çığlıkta içindeki yarayı kahramanlık nişanı sanan". Kitabını bana, "Sayın Prof. Dr. Feyza Hepçilingiroğlu Beye saygılarımla" diye imzalayan Arif Eren, anlık izlenimlerini şiire dökmüş, duyarlı bir kalem. Kitabının adı: "Zaman Yerinde Durmaz" (Öncü Kitap). feyzahepgmail.comYıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili Böl. Çukursaray Binası Kat: 2 Barbaros Bulvarı - 34349 Yıldız / İST.
28122006